20.4 C
İstanbul
25 Nisan 2024, Perşembe
spot_img

“24 KASIM”LARDAN BİR GÜN

Geçen yıl ‘24 Kasım’da huzur evindeydim hocamın yanında. Beni hatırlamasa da orada olmam mutlu etmişti onu.
Bazı anılarını silik hatırlasa da bazı şeyleri hiç hatırlayamıyordu. Beni gördüğü zaman şaşırdı, belleğini zorladı sadece ismimin ilk harfini hatırlayabildi. Sonra evine çağırdığı o ilk günü. Onunla ne güzel günler geçirmiştim o yıllarda.

Bundan tam yirmi yıl öncesinden bahsediyorum. Üniversitenin ilk yıllarıydı, bir gün onu hastanede görmüştüm beni evine davet etmişti. Ben de kırmamış kabul etmiştim. Eşi de eğitimciydi kendisi gibi. Beni hemen benimseyip bağrına bastılar, çocukları olmadığı için. Onların evinde kendi evimde ne kadar rahatsam o kadar rahattım. Şöminenin başında oturur saatlerce sohbet ederdik. Bana eski belgesellerden bahseder, izlemem gereken filmleri verir, okumam gereken kitapları listelerdi. Bunların üzerine bir de klasik müzik parçalarından bahseder, İngiltere’de yaşadığı yılları, oradaki eğitim sistemini anlatır, Manchester’ı öve öve bitiremezdi. Hafta sonları işi yoksa muhakkak konsere katılır, bu çoğu zaman bir salon konseri olduğu gibi bazense bir ev konseri olurdu. Piyanoyla musikinin nasıl birleştiğini onun konserlerinden sonra öğrendim. Piyano onun kolunun bir uzantısıydı sanki. Ona o kadar yakındı ve o kadar bütünleşmişti ki onunla başka bir enstrümanı düşünmem imkânsızdı.

En son evine gittiğim zaman, “artık çalamıyorum, sırtım ağrıyor, tansiyonum yükseliyor” demişti. Ayaklarının ağrısı ve bastonla yürümesi de etkiliyordu bu müziksiz yaşamı. Onun gibi alkışlar arasında yaşayan biri nasıl bir an da hayattan kopmuş eve bağlanmıştı anlayamıyordum. Kendisi de bundan şikâyetçiydi hem üniversiteden hem musiki cemiyetinden bir an da kopmuştu. Buna eşinin ölümü ve ardından ablasının öbür tarafa göç etmesi de eklenince iyice hayata küsmüştü. En son babadan kalma aile apartmanında buluşmuştuk onunla.
“Villanın bakımı zor olduğu için buraya taşındım, alt katta yeğenlerim oturuyor, kapıcı da var. Orada tek kalıyor, korkuyorum” demişti. Kocaman bahçesi sarmaşıklarla süslü bir evden çıkıp küçücük apartman dairesine taşınmıştı. Onun gibi iyi eğitim almış, Ankara TED Kolejini bitirmiş, İngiltere’de tahsili tamamlamış birisi için sıkıcı geliyordu küçük bir evde yaşamak ama ne yapabilirdi ki?

Onun için ne yapabilirim diye düşünürken geçen yıl İstanbul’a taşındığını duydum ama bir huzur evine, bir rehabilitasyon merkezine. Çoklu programla bakım veren bu yerde hem psikolojik destek alıyor, hem alzeymer ünitesinde tedavi görüyordu. Son gördüğüm günden beri epey değişmişti. Bir yıl sanki bir asır olmuştu. O kadar zayıflamış o kadar küçülmüştü ki. Beni görünce biraz şaşırdı, düşündü, “seni hatırlıyorum” dedi, “gözlerinden tanıdım.” Sonra ismimi hatırlamak için zorladı kendini. Ardından birkaç kere; “Refik, Refik geldi,” dedi. Eşinin öldüğünün farkında bile değildi, odanın köşesinde oturduğunu sandı. Bakıcısı geldi, “akrabası mısınız?” dedi. “Yok” dedim, “hocam!”
Bunu söylerken yaşlandığımı bir kez daha hissettim, çünkü öğrencilik yıllarımın üzerinden tam yirmi yıl geçmişti.
O ise heyecandan getirdiğim çiçeklere sevinmeyi bile unutmuştu.

İçeri giren kırklı yaşlardaki tombul doktora; “bu benim talebem” dedi sevinerek, o an öyle bir can geldi ki kollarına sanki yataktan fırlayacaktı.

Sonra sağa, sola bakındı, bakıcıdan yardım istedi oturmak için. Zaten ayakları tutmadığı için ayağa kalkamıyordu. Parmağındaki gümüş, mavi boncuklu yüzüğü gösterdi. Eşinin düğün hediyesi olduğunu anlattı. On iki haziran bin dokuz yüz otuz üç doğumlu olduğunu hatırladı. Evlendiği tarihi, eşini, akrabalarının bir kısmını anımsadı. Üniversiteden birkaç kişinin adını da söyledi, ölenleri daha iyi hatırlıyordu.

Onun yanından ayrılırken düşündüm, ölümü ve sonrasını. Düşünün ki o kadar görgülü bir kadın, en iyi eğitimi almış, en lüks hayat şartlarında yaşamış, arkasında binlerce talebe bırakmış ama yalnız ölümü bekliyor ve gelecek bir telefona, bir ziyaretçiye bakıyordu.

Bu her hangi biri olabilirdi kapıdan geçen. Nasılsınız, diyen bir güler yüze hasretti. Bu yüzden öbür gidişlerimde başka hastaları da ziyaret ettim. Birçok insanla tanıştım zengini, fakiri, çocuklusu, çocuksuzu hepsi buradaydı.

Bunların hayatlarından yazacak o kadar çok karakter yarattım ki kendime. Aslında yaşamımızın her yerindeydi bu insanlar. Baktığımız ama görmediğimiz her yerdeydiler. Köşe başında, otobüs koltuğunda, pazarda, gemi güvertesinde.

İçten içe incelesen, yazacak ne çok şey vardı hayatımızda, yaşatabileceğimiz ne çok karakter vardı.
Yazacak konu bulamıyorum diyenlere inat yazacak o kadar çok konu vardı ki!

Huzur evinin koridorunda gezerken herkese daha dikkatli baktım. Bunlar belki de yarına çıkmayacak olan insanlardı. Belki ben de bunlardan biri olacaktım yıllar sonra.
‘Beyaz Melek’ aklıma geldi. Yıldız Kenter’in oynadığı bu güzel film, ne kadar başarılı bir çalışmaydı. Yaşlı insanların kardeşçe nasıl yaşadığını, mutluluğu, hüznü, ayrılığı çok ince ayrıntılarına kadar ne güzel anlatmıştı bize. Bazen mutlulukla, bazen gözyaşıyla izlediğim filmle farklı bir hayata girmiş, hiç yaşamadığım yerleri görmüş, daha önce tatmadığım duyguları tatmış sonra dünyaya yeniden dönmüştüm.

Şimdi aynı duyguya tekrar kapıldım huzur evinin kapısından çıkarken. Ölümle yaşamın ne kadar iç içe olduğunu bir kez daha anladım. Bir tarafta ölümü bekleyen yarından umudu kalmamış insanlar, bir tarafta ölümün çok uzak olduğunu sanan gençler. Ve ansızın geçen yıllar. Sonra bir bakmışsınız roller değişmiş. Siz yaşlanmışsınız yerinizi ise başka insanlar almış.

Hayatta acıyla, tatlı, mutlulukla, gözyaşı ne kadar iç içeyse ölümle, yaşamda o kadar iç içeydi.

Geçen yıl genç yaşta kaybettiğim üç arkadaşımdan sonra bu sorgulamaları daha sık yapar oldum. Ölümü, yaşamı, var olmanın amacını. Var olmakla, yok olmaya karşı verdiğim savaşın ne kadar süreceğini. En büyük korkumda hayallerime bu kadar yaklaşmışken verdiğim savaşın yarım kalması. En büyük endişem de bu!

Bugün 24 Kasım günü bir ay önce huzurevinde kaybettiğim hocamı rahmetle anmakla beraber, başta ilkokul öğretmenim olmak üzere bütün öğretmenlerin, ‘Öğretmenler Günü’nü kutluyorum. Sizin ölümünüz sadece beden ölümü olarak kalacak, ruh ölümünüzse öğrencilerinizin belleğinden silindiğiniz gün olacaktır. Adınızın anıldığı son güne kadar hep yaşayacaksınız kalbimizde, saygıyla…

Neslihan Minel

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,280AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler