17.5 C
İstanbul
28 Mart 2024, Perşembe
spot_img

KUBİLAY DESTANI

Ne zaman Kubilay olayından söz edilse aklıma, usta şair Dağlarca’nın “Kubilay Destanı” gelir.

23 Aralık 1930’dur
Gece yeşilimsi,
Dağlar ak
Bir altın çizgi gibi yerle gök
Gün doğdu doğacak
Don yoktur ama donmuştur sanki
Sarı yapraklarla kış kocaman bir yüz
Tarla çizgileri ile bir kilim işte
Menemen ovası dümdüz
Yalancı Mehdi Derviş Mehmet
Yürümüş Manisa’dan bir sarı su gibi
Beş on adamıyla Menemen’e varmak üzere
Yılan uykusu gibi
Düştü Kubilay’ın başsız gövdesi
Bir çınar dalı gibi yere
Sarktı yakasından anasından gelmiş
Mavi çiçek mor çiçek bir çevre
Düştü Kubilay’ın başsız gövdesi
Bir söğüt dalı gibi yere
Aydınlık aydınlığa yaklaşır iken
Sonsuzluğa ere ere
Düştü Kubilay’ın başsız gövdesi
Bir zeytin dalı gibi yere
Düştü cebinden bir kitap,
Açıldı göklere…

Kubilay’ın cebinden düşüp göklere açılan kitap, bugün bizi aydınlatan Cumhuriyet ışığıdır.

Bugün genç öğretmen Kubilay’ın yobazlar tarafından şehit edilmesinin 87. yılı.

“Şairin dediği gibi “Aydınlık aydınlığa kavuşur iken” Nakşibendi tarikatına bağlı Giritli Derviş Mehmet adındaki bir yobaz ve altı müridi, Menemen’e girerler. Belediye meydanında “Ey ahali din elden gidiyor. Şapka giyen kafirdir. Yakında yine şeriat gelecek. Bize kurşun işlemez, biz şeriat ordusuyuz” naraları ile halkı galeyanı getirmeye çalışırlar. Daha sonra müritleri ile birlikte Menemen Müftü Camiine giden Derviş Mehmet, camide bulunanlara kendisinin “Mehdi” olduğunu, dini korumaya geldiklerini, arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusunu bulunduğunu, öğleye kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söyleyerek halkı korkutmaya ve kendilerine katılmaya çağırır. Güruh, camiden aldıkları yeşil bayrakla sokağa çıkar, bir sopanın başına taktıkları bayrağı yere diker ve etrafında dönerek tekbir getirmeye başlar.

Yedek Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın emrindeki askeri birlik olay yerine gelip güruha yapılanların yanlış olduğunu ve dağılmalarını söyler. Güruh, buna silahlarını ateşleyerek karşılık verir ve Kubilay’ı yaralar. Derviş Mehmet, testere ağızlı bağ bıçağı ile Kubilay’ın başını gövdesinden ayırır ve yanındakilerin yardımı ile kestiği başı yeşil bayrağın sopasına iple bağlar. Yardıma gelen Bekçi Hasan ve Şevki de açılan ateş sonucu şehit düşer.

Olay yerine askeri birlik yetişir ve çatışma çıkar. Çatışmada Derviş Mehmet ve bazı isyancılar olay yerinde vurulur, bazıları da kaçmayı başarır. Ancak, daha sonra hepsi yakalanarak yargılanmak üzere kurulan askeri mahkemeye teslim edilirler.

Mustafa Kemal Atatürk, 28 Aralık’ta yayımladığı mesajında ” Gericilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla onaylamaları bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir, Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin ülkücü öğretmen heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır” der.

Belli ki Atatürk, bir kısım Mememenlinin yobaz güruhu alkışlamasından oldukça etkilenmiştir.

General Mustafa Muğlalı başkanlığındaki mahkeme heyeti canilerin 28’inin idamına karar verir ve 3 Şubat 1931’de hükümler yerine getirilir.

Bugün Menemen’e hâkim bir tepe üzerinde Kubilay ve iki bekçi anısına bir anıt bulunmakta, bu anıtın altında da “İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçileriyiz” yazılıdır.

Ne yazık ki kanlarını cumhuriyet için seve seve veren Kubilayların emanetinin bekçisi olduğumuzu söylemek artık öyle kolay değil. Çünkü “Bu savaş günlerinde bile dikkat ve özenle işlenip çizilmiş bir milli eğitim program yapmaya emek sarf etmeliyiz. Milli eğitim programı derken, hurafelerden, yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden, uzak tarihi ve milli seciyemize uygun bir kültürü kastediyorum.” sözleriyle bizleri uyaran Atatürk’ün çizdiği eğitim anlayışını bir türlü benimseyemedik.

Eğer öyle olsaydı, çocuklarımız uluslararası eğitim ölçme değerlendirme kurumlarında nal toplar mıydı?

Eğer öyle olsaydı, dün Maraş’ta, Sivas’ta katliamlar yapanlar ve onların avukatları bugün muteber makamlarda olur muydu?

Eğer öyle olsaydı, dün rüşvetçi birini muteber vatandaş, bugün casus ilan eder miydik?

Eğer böyle olsaydı bu ülkenin ordusunu kim hedef tahtasına döndürebilir, kim yargıyı paça parça edebilirdi?

Eğer öyle olsaydı Amerika’yı mesken tutmuş ilkokul mezunu vaiz bu ülkede darbeye kalkışabilir miydi?

Eğer öyle olsaydı, bu ülkenin okullarında andımız yasaklanarak Çocuklarımıza selefilik yemini yaptırılabilir miydi?

Eğer öyle olsaydı hangi güç bu devlete “ılımlı İslâm” gibi bir elbise biçebilirdi?

….

Ancak… Bunca açmaza karşın devletimin düzlüğe çıkacağından asla kuşku duymuyorum. Ziya Gökalp’in de dediği gibi “ Bazen benim ruhum da hüsrana uğramış bahçe gibi, bütün yapraklarını, bütün çiçeklerini, bütün yemişlerini döker. Yalnız ümittir ki bu bahçenin kuytu bir köşesinde duran her-dem-taze bir ağaç gibi daima yeşilliğini korur.” Bu ümidin kaynağı, yine Ziya Gökalp’in saptadığı bu ulusun en güçlü yanı “maşeri vicdan”ıdır. Biliyorum ki bu halk sessiz ve tepkisiz gibi dursa da her şeyi vicdanında tartar ve herkese hak ettiğini eninde sonunda verir.

Hamdi Topçuoğlu

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,270AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler