“Başyapıt diye bir şey varsa o da budur.”
André Breton
“Başkasının yaşam tarzına ayak uyduramazdım… Kendimi birinin düşüncesine mahkûm etmek, birinin taklitçisi olmak değildi istediğim.”
Sâdık Hidâyet
Büf-i Kür romanı, Fars edebiyatının kült eseriydi. İlk baskısını Behçet Necatiğil 1977’de çevirmiş ve Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı.
Behçet Necatiğil
Türk şair, öğretmen ve aynı zamanda çevirmendi. Türk edebiyatında modern şiirin öncü şairlerindendi. Şiirlerinde hem batı hem de doğu kültürünü bir araya getiren Necatiğil, edebiyat hayatı boyunca: “Yaşadığını yazmak” ilkesine sadık kalmıştı.
Sâdık Hidâyet
1903’de İran’da doğan Hidâyet’in hayatı hiç de parlak geçmemişti. Gerek okul hayatı gerekse iş hayatı başarısızlıklarla doluydu.
Aristokrat bir aileden gelmişti. Kolejde okumuştu. Gençlik yıllarında eğitimine bir süre ara vermişti. Paris’te yaşamıştı. Hassas ruhluydu. Kendisini aradı, ölümü aradı satırlarında. Bu yönüyle İranlı yazarın hayatı; biraz Zweig’ın biraz da Wolf’un hayatını anımsatıyordu. Onların da hayatı anlamsızlaşmaya başlamış ve varoluş savaşları son bulmuştu.
Silik bir hayat yaşayan Hidayet, Zweig gibi, Hugo gibi Hesse gibi, ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştı. Çünkü iktidarın baskısı onun yazmasına engel olmuştu. Bir dönem ülkesine dönmüştü. Fakat bir süre sonra baskıcı rejimden kaçmak zorunda kalmıştı. Bu yüzden yayınlanması gereken eserleri, hâlâ ülkesinde yasaklı kitaplar arasındaydı.
Kitaplarında yalnızlığı, yalnızlığın karmaşasını ve yalnız adamın var olma nedenini araştırmıştı. Boşluk duygusu eserlerinde baskındı…
O kitaplarıyla edebiyatın ölümsüzlüğünü bir kez daha ispatladı. Çünkü edebiyatın cumhuriyeti yoktu.
O yarattığı akımla, mutsuzluğunu mutluluğa dönüştürmüştü. Kitaplarının başarısının sırrı da buydu. Aynı akıma Sylvia Plath’la, Stefan Zweig’da kapılmıştı. Hayatlarındaki aforizmalar, kopuşlar, yok oluşlar, onları dünya edebiyatının evrenselliğine ulaştırmıştı.
Kör Baykuş
Fransızca, Rusça, İngilizce, Almanca, Macarca ve Çekçe`den sonra çağdaş İran Edebiyatı’ndan ilk roman olarak, Pehlevice, öğrenmeye gittiği Hindistan`ın Bombay kentinde 1937 yılında basılmıştı.
İlk satırından itibaren ölüme övgüler sunar Hidâyet. İsimsiz bir ressamın hayatını zindana çeviren kâbusları, gerçekle sanrının birbirine karıştığı itiraflar ve sayıklamalar halini alır. Ölümün kurtarıcı gücüne sığınır. Ölümün sesini işittirir satırlarında.
Baba, amca, arabacı, mezarcı, ihtiyar, hurdacı ve nihayet romanın kahramanı aslında aynı kişidir. Esrarengiz genç kız Bayader ile kahramanın karısı kötü kadın da öyle…
Bunun yanında nilüfer çiçeği, selvi ve kambur bir ihtiyar vardır Kör Baykuş’ta.
Bu kitabında aydınların yaşadığı zihinsel bunalımla, zaman ve mekân içerisinde, yer aramanın doğal zorluklarını kaleme almıştı Hidâyet. Yoksulluk, umutsuzluk, karanlık ve kendi zamanına dek kimsenin konuşmaya cesaret edemediği konulara değinmişti. Korkular, özlemler, ümit, ümitsizlik…
Kör Baykuş öteden beri, kendi kaderinde olduğu gibiydi. Bağlı olduğu toplumdan kopuk bir eserdi.
Diğer kitaplarında da aynı üslup vardı Hidâyet’in. Aylak Köpek, Üç Damla Kan’da da aykırılık ve ölüm teması baskındı.
Hidâyet, Kör Baykuş’la sürrealist bir eser yaratmayı başarmıştı. Hidayet’in bu şiirsel dili, onu Doğu’nun Kafka’sı yapmıştı.
Hayatımız boyunca göz kırpar bize ölüm!… Karşınızda Spinoza varmış gibi konuşursunuz onunla…
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Oğuz Atay’ın, Tehlikeli Oyunları gibi ustaca yazılan bir eserdi Kör Baykuş. Entelektüel yapısıyla, doğulu bir başyapıttı. Uyumsuz ve aykırı karakter yaşamın anlamını sorguluyordu. Bir anlamda toplum standartlarına aykırı anlatımlarla, yaşamın varoluşu da irdeliyordu.
Her şeyin hiçlikten geldiğine inanan yazar, kendisinin de hiç olduğunu düşünüyordu.
Hidâyet, intihar kaderiyle doğmuştu. Bir şekilde bu kaderi içinde büyük bir yumru gibi onunla beraber dünyaya gelmişti. Kendisi de kaderinden kaçamadığını; Diri Gömülenler, adlı kitabında itiraf etmişti. “Kendimden kaçamam. Kendi kaderimi kendim yarattım.” diye durumu kabul etmişti. Öykü kitabında, ölümün korkunç soğukluğunu duyabiliyorsunuz…
Kendisi de daha sonra kahramanıyla aynı kaderi paylaşıyordu. Yirmi yıl sonra aynı şekilde intihar ederek hayatına son veriyordu. Kahramanının kaderi kendi kaderi oluyordu. Kısacası yıllar öncesinden kendi kaderini yazmış oluyordu Hidâyet.
YKY’ndan çıkan kitabının 29. baskısının satırlarında:
“Yazıyorsam yazmak ihtiyacı beni zorluyor da ondan. Mecburum düşüncelerimi hayali bir varlığa, gölgeme bindirmek baskısını çok, pek çok hissediyorum.”
“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar.”
“Gerçek sanatçı kendi bağrından şaheserler yaratır.”
“Yazmak bir ihtiyaçtı zorunlu bir görevdi benim için.”
“Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benim ki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok.” diyor Sâdık Hidâyet.
Kör Baykuş, herkesin anlayamayacağı bir kitaptı. Olay örgüsü, sorgusu olmayan kitap düşünme temeline dayanıyordu. Açık zaman ve mekân ilişkisi yoktu. Kahramanların hepsi de yazardı. Mezarcı, kız vs…
Hidayet kitaptaki gibi kaba bir insan değildi. Hayvanların kesilmesine karşı olduğu için et yemiyordu. Bu özelliği Gandi’yi anımsatıyordu. Halkından gizli et yiyen Gandi, yaptığından utanmıştı. Fakirlik içinde yaşamını sonlandırdığı zaman, çırçır makinasıyla özdeşleşmişti.
Hesse, aynı şekilde kaçak bir hayat sürmüştü: Kaplıcada Bir Konuk’ta onun ruhunu çok iyi duyumsamıştım.
Yalnız, ıssız kimliğimle kahramanın kimliğini bağdaştırmıştım.
Hugo, dikta karşıtı olmasından dolayı, Napolyon tarafından başına ödül konulan şairlerdendi. Bu yüzden, on sekiz yılını sürgünde geçirmişti. Her şairin hayatında olduğu gibi en verimli yılları, bu yıllar olmuştu Hugo’nun. Suçlar ve Seyirler, bu yıllarda yazdığı kitabıydı.
Kör Baykuş’u da Hidayet, Hindistan’da yazmıştı. Yazarların kaderlerinden midir bilinmez gurbette güzel kitaplar yazmışlardı. Sürgünde yaşayan yazarların kitapları, gurbet koktuğu kadar eşsiz bir tat bırakıyordu.
“Üzüm sıkmak istiyorum.” diyen Sâdık Hidâyet, hayata karşı dik duramamış, adeta hayat onun suyunu çıkarmıştı. 9 Nisan’da Sylvia Plath gibi Wolf gibi, Zweig gibi bir son seçmişti. Kendi iç dünyasına ulaşmak için yola çıkan Hidâyet, karanlık bir dünyanın içinde kaybolup gitmişti, Jack London gibi…
Sâdık Hidâyet ülkesinde yaşanan yıkımdan etkilenmişti Zewig gibi. O da ülkesinin durumundan dolayı intihar etmişti. İntihar ve ölüm şekli kendinden on iki yıl sonra ölümle yüzleşecek olan Sylvia Plath’a benziyordu. Karanlıklar kraliçesi, Sırça Fanus’un çiçeği Sylvia Plath’da aynı kaderle giriyordu, edebiyat kitaplarının sayfalarına.
Kırk sekiz yaşında hayata veda eden bu kahramanın sonu, London gibi Wolf gibi hazin olsa da kitapları hâlâ okunmaya devam ediyordu…
9 Nisan’da kaybettiğimiz Sâdık Hidâyet, yapıtlarıyla aramızda yaşamaya devam edecektir!…
Neslihan Minel