20.1 C
İstanbul
24 Nisan 2024, Çarşamba
spot_img

MEVLANA ve ŞEB-İ ARUS

Onu sarmakla bir alev cezbe
Sanki pervanedir, uçar rabbe

Yanar içten beka tüten hasret
Vuslat anında küllenir kesret.

Bir ilahi nazar amâyı deler!
Küreler vecd ile semayı deler.

Hasan Ali Yücel

“Öyle bir şairdir ki, sevimli, ahenktar, ateşin ve müfrittir; O öyle bir dehadır ki, Ondan ıtır, nur, misk, birazda gayebet intişar eder.”

                                               Victor Hugo

 

                Mevlana 1197- 1198 yıllarında Belh’de doğmuştur. Belh Afganistan’ın küçük bir şehridir. Hocası Seyyid Burhaneddin Tirmizi’den ders almıştır. Şemseddin Tebrizi’yle tanışmış ve ondan çok şey öğrenmiştir. O kadar çok kendini yetiştirmiştir ki; “Hamdım, piştim, yandım” demiştir.

                Bir gün Şekerci Han’da dolaşırken kuyumcuların sesinden etkilenerek dönmeye başlamıştır. Bu dönüşte ince bir zekâ, eşsiz bir ruh ve yaşamın sırları gizlidir.

                Onun şiirlerinde müzik ve sema baş unsurdur. Semanın dönüşünde vücut dinlenir, rahatlar ve gökyüzüne doğru uçar. Zaten Mevlana’nın amacı uçmak değil midir? Yıllarca uçmanın hayalini kurmamış mıdır?

Mevlana sadece bir şair değil ayrıca dâhidir. Aklını kullanmayı bilmiş, hayatın anlamını çözmüş bir düşünürdür. Zaten öyle olmasa bu kadar kitabı nasıl yazacaktı?

                Mesnevi 25618 beyit, altı cilttir. Divanı Kebir, yirmi bir divandan meydana gelir. Bunun yanında ‘Fıh-ı Mafih, Mecalıs-ı Seb-a ve Mekrubat’ eserleri de vardır.

                Onu yabancılar Rumi olarak tanır. Amerika’da İncil’den sonra en çok satan kitaptır Mesnevi.

                Onun için ne şiirler yazılmış ne dizeler bestelenmiştir:

                Bir can varsa candan içre O sensin
                Bir ten varsa tenden ateş O sensin.
                Bir ruh varsa ruhtan özge O sensin
                Bir şak varsa aşktan efzun O sensin
                Demişti “O”.
 Nezihe Ara

                “Demek ki kendini bilmekte vardır hikmet
                “Hayat bir dem- i sıhhat, kaçırma fırsatı sen.”

                                                                               Neyzen Tevfik

                Cana kareyledi nar-ı firkat
                Firkatin çekmiye yoktur takat
                Halime eyle nigah-ı şefkat

                                               Şair Leyla Hanım

                Mevlana, bu dizeleri yazdıracak kadar filozof, düşünür, müzisyen ve çok yönlü bir kişiliktir. Şiirleri müzikle yoğurur, semayla besler, insan ruhunu musikiyle dengeler.

Yıllarca kafiyeden uzak, özlü şiirler yazmıştır. Onu başarıya götüren de bu samimiyeti olmuştur.

Aşkın temelini sevgiyle güçlendirmiş; “Gel kim olursan gel,” diyerek hümanistliği zirveye taşımıştır.

Mevlana’nın hayat görüşüyle yine onun gibi Farsça yazan Ömer Hayyam’ın şu dizeleri örtüşür:

            Düşünce göklerinin baş konağı: sevgidir sevgi;
            Gençlik destanının baş yaprağı: sevgidir sevgi;
            Ey sevginin sırlarından habersiz yaşayanlar,
            Bilin ki varlığın tek kaynağı: sevgidir sevgi.

                Ondaki ruh, zekâ, zarafet kimsede yoktur, aşkın rehberidir. Bu inceliğiyle Goethe’ye bile ilham olmuştur. Onun temel düşüncesi; İnsandır, sevgidir, dostluktur.  Yanlışı doğru yapmak, cahili bilgin kılmak, düşmanı dost yapmaktır.

                Mevlana, hayatı boyunca alçak gönüllü olmuş, insanlara hoşgörülü ve kardeşçe yaklaşmış “73 dinle de beraberim” diyerek, insanların kardeş olduğunu bir kez daha vurgulamıştır.

               “Az yiyiniz, az uyuyunuz, az söyleyiniz, kötülük etmeyiniz, ayak takımı ile oturup kalkmayız” diyerek de aza kanat etmenin önemine değinmiştir. 

                Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
                Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
                Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
                Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
                Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
                Hoşgörülükte deniz gibi ol.
                Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

                Onun bu sözleri her yerde vardır, duvar yazılarından kapı süslerine kadar her yerde…

                18 Aralık Şeb-i Arus törenleri onun eseridir.

                Şeb, Farsça gece, aruz, düğün demektir. Mevlana’nın ölüm günü olan gün anlamına gelir. Mevlana Allah’a kavuşma olarak bugünü ‘düğün günü’ olarak kabul etmiştir. Her yıl Aralık ayının 18’inde törenlerle kutlanır. Semazendeler gösteri yaparken insanlar soluksuz bir şekilde izlerler.

               “Semah; musiki nağmeleri dinlemek, dinlerken vecde gelip kendinden geçmek, oynayıp dönmektir. Semazenler sağdan sola kollarını açarak dönerler. Tennure dedikleri, beyaz kolsuz, etekli giysi ile destegül dedikleri uzun kollu ceket giyerler. Başlarınaysa keçe bir külah takarlar. Şeyh, sema yerinin sol tarafının orta yerinde durur, semazenler üç kez şeyhin önünden geçerler. Her defasında da selamlaşırlar. Dönme hareketi sağ ayakla başlar. Semazenin bir eli göğe açıktır diğeriyse yere. Bu duruş biz Allah’ın lütfunu göklerden alıp yeryüzüne insana aktarırız anlamına gelir. 

               Büyük ölçüde teksesli ve çalgı eşlikli bir koro müziğidir Mevlevi müziği. Başlıca fonları, naat, taksim, Mevlevi ayini, peşrev, son peşrev, yürük semai ve niyaz ilahisidir. Kullanılan çalgılar ise ney, kudüm, rebap ve haliledir. Daha sonradan tambur, kemençe, kanunda bu gruba katılmıştır.

               Bir sema ayini, Nat-ı Mevlana ile başlar. Neyzen başı taksim yapar, daha sonra semazenler hırkalarını çıkarmaya başlar. Mevlevi ayini bittikten sonra neyzen son taksimi yapar. Bir Mevlevi ayini her biri selam olan dört bölümden oluşur…”

               Her yıl 18 Aralık, Şeb-i Arus’da toplanan kalabalığın nedeni onun sınırsız hoşgörüsüyle geniş dünya görüşüdür. Yeryüzündeki bütün gruplar putperestinden, sanatçısına, şeriatçısından Hıristiyan’ına kadar onu tanımış ve takdir etmiştir.

                Öldüğü zaman keşişin biri; “Hz. Mevlana dünyadaki ekmek gibiydi. Hiç bir tarife, hiç bir kimse var mıdır ki ekmeği sevmesin ve ekmekten vazgeçsin” diyerek Mevlana’nın evrenselliğini vurgulamıştır.

               Şeb-i Arus’a 2005 yılında Konya’da katıldığımda, Hindu’su, Japon’u hepsi oradaydı. Turist kalabalığı kamerası elinde bütün dikkatini vermiş sessizce bekliyordu.

                Yükselen ney sesi semazenlerin geldiğinin habercisiydi. Şeyh en önden geldi. Sol taraftaki yerini aldı. Ardından semazenler birer birer şeyhi selamlamaya başladı. Bunu üç kez yaptıktan sonra üzerindeki hırkaları çıkarmaya başladılar. Bu siyah hırkalar dünyayı temsil ediyordu, üzerindeki beyaz kıyafetlerde kefeni, başındaki uzun kalpaklar da mezar taşını. Semazen burada siyah hırkasını çıkararak dünyadan sıyrılmış oluyordu…

Daha sonra ellerini her iki tarafa açarak dönmeye başladılar. Bu dönme esnasında semahı yönetmekle görevli olan kişi (semazenbaşı) aralarda dolaşıp, semazenleri kontrol ediyordu. Semanın bitmesiyle beraber semazenler siyah hırkalarını giyip nizami bir şekilde neyzenin yanına gittiler. Neyzen son taksimi yaptıktan sonra program bitti.

                İçerideki mistik hava bütün herkesi sarhoş etmişti, insanlar şaşkın bir şekilde birbirine bakıyordu.

Bu yüzden Şeb-i Arus törenleri yıllarca bütün insanlığın kucaklaştığı evrensel bir tören olmuştu.

                Mevlana insanlardan aldığı sinerjiyle, hümanistliğiyle ismini dünyaya duyurmuş, kitaplarıyla kıtalar ötesine ulaşmıştı.           

                Salondan yavaş adımlarla çıkarken, aklıma keşişin sözleri geldi; Hz. Mevlana dünyadaki ekmek gibiydi. Hiç bir tarife hiç bir kimse var mıdır ki ekmeği sevmesin ve ekmekten vazgeçsin?

 Kardeşim sen düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan et ve kemiksin,
Gül düşünür, gülistan olursun,
Diken düşünür dikenlik olursun.

            diyen Mevlâna Celâlettin-i Rumî yüzyıllar önce yazdığı eserlerle hâlâ aramızda yaşamaya devam etmektedir ve edecektir.

Neslihan Minel

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,280AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler