Apatin Treni sabahın ilk ışıklarında kasaba istasyonuna girdi. Trenden o çantalı ve önemli adamla birlikte indik. Beni evime kadar götürdü. Kendisini içeri davet ettim. Ailemle tanıştırdım. Birlikte kahvaltı ettik. O anda hissettiklerimin karmakarışıktı. Aşık falan olmadım. Daha on yedi yaşıma yeni girmiştim. Üstelik bir erkek arkadaşım vardı. O genç adam benden hayli büyüktü. On yaştan bile fazla. Nedense bizimkiler onu çok sevdi. İyi bir işi ve bol parası varmış. Dayım onu tanıyormuş. O sabahtan sonra ara sıra bizi ziyarete gelmeye başladı. Gerçekten çok cömertti ve elini her cebine atışında bir tomar para çıkarıyordu. Hiç hesapta yokken bizimkileri etkilemeyi başardı. Bütün akrabalarım onunla evlenmem konusunda ağız birliği etmişçesine beni sıkıştırmaya başladı. Birkaç ay sonra ben de razı oldum. Ve evlendik.
Onun çalıştığı kasabaya taşındık. İkimizin de işi vardı ve küçük bir evde kirada oturuyorduk. Ben henüz eş olabilecek kadar bile büyümemiştim. Her şey çok güzeldi. Bana söyledikleri kadar varlıklı biri değildi. Ama kimseye boyun bükecek kadar da aç açık değildik. Hayat bayram değildir. Yaşam hiçbir zaman böyle bahar tadında, şeker tadında sürüp gitmez. Oğlumuz dünyaya geldiğinde eşimin daha önce evlenmiş olduğunu öğrendim. İlk eşinden dört çocuğu varmış. Eşinden boşanmış ve çocuklarını da babasına bırakmış. Beni yuva yıkan kadın gibi göreceklerdi. Bana yalan söylememişti ama tüm geçmişini de anlatmamıştı. Ona duyduğum sevgi ve saygının bir kısmı o gün uçup gidiverdi. Köyüne, babasının evine gitmiyordu. Hayatını tamamen bana ve oğlumuza göre düzenlemişti. Ama bu da haksızlıktı. Elli yıl sonra bile onun ilk eşinden olan çocukları hala beni zaman zaman babalarını çalan kadın olarak görüyorlar.
Elli yıl süren bir aşk hayal sınırlarının ötesinde bir sevgiyi ve çabayı gerektirir. Yarım asır canım, cicim bir ilişki akıl ötesi bir durumdur. Aşk çok kısa sürdüğü için güzeldir. Yaz yağmuru, gökkuşağı, bıldırcın göçü, hatta çocukluğumuz da öyle. Ne olduğunu, ne yaşadığınızı anlamaya bile fırsat bulamazsınız. Bir karşıdan gelirken görürsünüz, bir de geçip gittikten sonra ardından bakarken…
Aşk trafik kazası gibi bir şeydir. Göz açıp kapayıncaya kadar olup biter.
Sular seller gibi akan, akmaya çalışan trafiğin içine girip kırmızı arabamı kenara itmeye başladık. Çalışmayınca ne frenleri tutuyor, ne de direksiyonu dönüyor. Şans eseri yolun kıyısında bir benzinlik vardı. Telefonla sigorta firmasının çekici yardımını aradım. Bütün görüşmeler gibi telefona önce bilgisayar çıktı. Onun söylediği numarayı arayınca önce bir kadın, sonra Beethoven, sonra başka bir erkek ve en sonunda görüşmem gereken yetkiliye bağlanabildim. Yaklaşık bir saat sonra çekici geldi. Arabayı alıp götürdük. Hafta sonu tatiliydi ve gece bekçisi dışında kimse yoktu.
Ertesi gün sabah işe giderken kaza yaptığım kişileri arayayım istedim. Sıkboğaz ederim endişesiyle arayamadım. Sabah geçti, öğlen geçti arayan soran yok. En sonunda dayanamayıp aradım. Çünkü akşama doğru servise gidecektim. Ve onlardan ses çıkmıyordu.
– Merhaba, ben akşam sizin arabanıza çarpan kişiyim.
– Merhaba abi,
– Siz aramayınca ben arayayım bari dedim. Evrakları bana fakslayacaksınız değil mi?
– Fakslayacaktık ama araba Balıkesir’e gitti. Evraklar da arabadaydı. Akşam dönünce fakslarım
– İyi önleyse ben size faks numarasını vereyim.
– Şimdi yazamam. Birazdan iş yerine geçince ben size döneceğim.
Bir saat, iki saat geçti arayan, dönen yok. Bu anlamsız bekleyişi sonlandırmak için yine ben aradım. Bana söylediklerini unutmuş gibiydi. Faks numarasını yazdırdım ve arabanın Balıkesir’den dönmesini beklemeye başladım. Eresi güne kadar araba dönmedi ve evraklar gelmedi. İşte o zaman ilk defa bu işin içinde başka bir iş olmalı diye kıllandım. Ertesi gün yine aradım. Araba bu kez de Denizli’ye gitti. Ve evraklar yine arabadaydı. Servistekilere sürekli söz verip tutamadığım için canım sıkılıyordu. Çünkü evraklar gelince ekspertiz hazırlanacakmış. İşin ilginç tarafı telefondaki her iki arkadaş hep alttan alarak beni idare ediyorlardı.
Kazadan üç gün sonra aklıma takılan çetrefil durum aydınlığa kavuştu. Bu kez onlar telefon ettiler.
– Abi, biz evrakları gönderemiyoruz.
– Niye? Hani gönderecektiniz öyle konuşmuştuk.
– Sigortayla falan uğraşmak istemiyoruz. Bu işler çok uzun sürüyor. Arabanın müşterisi çıkarsa bu gün yarın satarız biz.
– Satın, bunun benimle ne ilgisi var.
– Sen bize beş yüz lira ver. Arabamızı kendimiz yaptıralım sana da evrakları gönderelim.
– Ben size arabanızı yaptırmayayım demiyorum ki. İşlemleri yapalım arabanızdaki hasar her neyse giderilsin. Zaten sigorta karşılayacak.
– Biz sigorta istemiyoruz. Sen bize beş yüz lira gönder. Bütün iş hallolsun.
– Size bu şekilde ödeme yapamam. Kusura bakmayın.
– Yapmazsan yapma. Biz de o zaman evrakları göndermeyiz.
– Sizi polise şikayet ederim. Yasal yollara başvururum.
– Nereye istersen oraya git . İstediğin yere şikayet et.
Aşklar trafik kazası gibidir. Kazaya karıştığınız aracı ve sahibini seçemezsiniz. Hop, ne oluyor demeye fırsatınız bile olmaz. Her şey yaşanıp çoktan bitmiştir.
Bursa Şubat 2016
Seyfullah