9.4 C
İstanbul
4 Kasım 2024, Pazartesi
spot_img

NİSAN RÜYASI-(İki Buçuk)

İki seksen uzanmış yerde yatan gölgeme baktım. Bir cinayetten geriye kalan ceset gibi bütün sessizliğiyle yatıyordu. Sadece tek bir eksiği vardı. Beton üzerinde göllenmiş kan ince bir çizgi gibi akıp gitmiyordu. Zaman gelir insan kendine bile eziyettir. İşte tam da öyle bir öğle üzeriydi. Bütün şehir sanki üzerime çullanıyor. Bu ağaçlar, bu sokaklar, gelip geçenler hiç tanıdık değil. Körfeze yüksek bir tepeden bakıyorum. Vapurlar, hafif çırpıntılı deniz ve rüzgârın sokaklara taşıdığı iyot kokusu bile hiç fayda etmiyor. Burada birkaç saat daha kalırsam adım gibi eminim öleceğim.

Zar zor ayaklarımın üzerine doğruluyorum. Yürüyecek halim yok. Ayakkabılarımı beton kaldırıma mıhlamışlar sanki. Birkaç adım sonra gücüm azıcık yerine geliyor. Buradan kaçmam lazım. Nereye olduğu hiç önemli değil. Yeter ki bu kentten, bu sokaklardan uzağa gideyim. Merdivenlerle Kemeraltı’na inen bu dar sokağı severim. Ama bu gün hiçbir şey hissetmiyorum. Havada kötü bir koku var. Genzi yakan kömür kokusundan apayrı bir şey… Her an bir şey olacakmış gibi… İçim ürperiyor, koşarak inmeye başlıyorum. Bazı evlerin önüne saksılar konmuş. Boya ve yoğurt kovaları, plastik leğenler. Kiminde melisa var. Kimisinde taze soğan maydanoz veya roka…

Aklımda tek bir şey var. Bu kentten uzağa gitmek… Nereye olduğu hiç önemli değil. Aklıma neresi gelirse… Sadece bir şey biliyorum. Üzerimde uzun yolculuklar yapacak kadar param yok. Kaç param olduğunu da bilmiyorum. Hangi hattın minibüsüne, kaç numaralı otobüse bindim? Otogara ne zaman geldim? Ayırdında değilim. Ansızın kendimi bağıran, çağıran, birbirinin sesini bastırmaya çalışan değnekçilerim arasında buluverdim. Cebimdeki paraların hepsini çıkarıp bankoya boraktım. Boyalı saçları cılk sarı kız içlerinden bir kaçını aldı. Bu kadarı yeter deyip geri kalanları biletle birlikte bana geri verdi. Akhisar arabası yedi dakika sonra kalkacak dedi. Kırk altıncı perondan… Muavine söylersen unutmazlar. Seni yolda indirirler, dedi. Bendeki acayipliği o da sezmiş olmalı. Oysa ben ona Hacırahmanlı’ya gideceğimi hiç söylememiştim. Ya da söyledim ama farkında değilim. Nerden bilecek? Alnımda yazmıyor ya…

Otobüsten indiğimde gün çoktan Sarıçam üzerine kaymıştı. Çam ağaçlarının gölgeleri uzayıp asfalttan bağlara doğru uzamıştı. Bu yol böyle ıssız olmazdı. Tek bir otomobil, traktör hatta motor bile geçmedi. İyi ama ben neden köye gelmiştim? Gerçekten çocukluğumuz son sığınağımız mı? Beni buraya çeken şey ne? Bilmiyorum. Asfaltı arkamda bırakıp demir yoluna, oradan da istasyona yürüyorum. İstasyonun eski halinden eser yok. İn cin top oynuyor. İstasyon binası onarılmış. Neyse ki çamları kesmemişler. Ama arka tarafı otuz yıl önceki gibi hala idrar kokuyor. Ve yerdeki pisicik otları sararmış.

Ben bu çamlıkta çocukken asker katarlarını beklerdim. Katarlar geçmeye başladı mı en az on gün sürerdi. Öğleye az kala veya biraz geçe… Tren yolunda bekleyen çocuklara gazete atarlardı, sigara ve et konservesi. Bazen de hamsi ya da barbunya pilaki. Etrafa saçılmış poşetler, kola, bira şişeleri, sigara paketleri, süt ve dondurma ambalajları. Mayıs değil sanki temmuz ortasındayız. Ağaçların kuytusu, kuş sesleri ve her dakika daha uzaklara akan güneşin altında eski günlerdeki gibi uzanıyorum.

Bu çamlıkta yazın aylak günlerinde yüzlerce kez yattım. Arkadaşlarımla oturup sigara üstüne sigara içerek sohbetler ettim. Vatan kurtardım, laf yarıştırdım. O zamanlar bile rayların vızıltısından trenin ne zaman geleceğini anlardım. Bu çamların gölgesinde hayaller kurardım. Sevdiğimden haberi bile olmayan o güzel kızla ilgili düşler… Davullu zurnalı bir düğün falan istemezdim. Kız istemeye gitme, söz kesme, nişan yapma, elbise kesme, düğün, kına gecesi gibi şeyler aklımın ucundan bile geçmezdi. Bu dünyada sadece ikimiz vardık. Biz birbirimizi seviyorduk. Başımızda yıldızlardan bir dam, bulutlardan bir çadır… Hava hep yazdı. Üşümek yok, ıslanmak yok, güneşte kavrulmak falan. Biz sadece ikimiz, deli gibi birbirimize sevdalı. Ne ekmek, ne su, ne giysi derdi. Çamlıca tepesinde saklambaç oynamak gibi klişe de değildik. Ama biz de baş başa serin bir ormanın ortasındayız. Billur gibi akan serin bir pınarın başında oturuyoruz. Veya denize ayaklarımızı sokmuşuz. Kumu ipekten ve tek bir çakıl tanesi bile yok. Canımız ne çekerse onu yiyip içiyoruz. Para falan hiç icat edilmemiş. Hiç tarlaya gitmiyoruz. Toz toprak içinde yorgun argın eve dönmek de yok. Sanki ağaç kovuğundan çıkmışız. Düşler bu yüzden güzel işte. Gerçekler sert, sevimsiz ve usandırıcı.

Birkaç arkadaş şevki Abinin kahvesinde oturuyoruz. Saat çok geç olmadan kapatıyor. İstemeye istemeye kalkıyoruz. Saatler gecenin yarısına yaklaşırken hava yeni yeni serinlemeye başlamış. Tam oturulacak, sohbet edilecek zaman. Hepimiz yarın tarlaya gideceğiz. Gidip yatmaya mecburuz. İnsan aylak olmayı istiyor. Sabaha kadar serinde oturup gündüzün sıcağında akşama kadar uyumayı. Mezarlık Mahallesine doğru dolaşmaya başlıyoruz. Kimsenin sevdiğini görmek gibi bir niyeti yok. Öylesine amaçsızca yürüyoruz. Tespih ağaçları mor mor çiçek açmış. Gecenin serininde kokusu bütün kasabaya yayılıyor. Hiç görmediğimiz bir bahçeden hanımeli, fesleğen ve taze yaprak kokuları geliyor. İnsan yaşadığına seviniyor. Nefes aldığına, yürüdüğüne, konuşabildiğine seviniyor. Kerpiç duvarlardan yayılan kireç kokusu bile insana güzel geliyor.

Kahveler Önü’ne geri dönüyoruz. Hiç kimsenin eve gidesi yok. Sakinin meyhanesi hala açık… Gidip birkaç bira alıyoruz. Çamların altında, yıllardır hep aynı yerde duran Osmanlı Bankası yazılı banka oturuyoruz. Bank dediğim atla deve değil. Demir ayaklı tahta bir sıra… Sohbetin içinde saçma sapan konular geçiyor. Filmlerde gördüğümüz sahneler, motosikletler, futbol ve mahalle dedikoduları. Büyük bir iştahla konuşuyoruz. Sanki anlatacaklarımız yarına kalsa öleceğiz. Bir daha o lafa hiç sıra gelmeyecek.

Ansızın karanlığın içinde bir kadın çıkıyor. Kan ter içinde koşarak. Önce bize doğru geliyor. Yaşadığı korku her neyse bizden fayda çıkmayacağını düşünüyor. Bize doğru yürümekten vaz geçerek belediye binasına doğru koşuyor. Kadın daha elli metre bile uzaklaşmadan bir adam beliriyor. Karanlıkta kim olduğunu seçemiyoruz. Zaten kadın da pek tanıdık değil. Adamın elinde upuzun bir kırbaç var. Yetişirse bu kadını dayaktan gebertecek besbelli. Gecenin bu saatinde ne dertleri varsa. Ayağa kalkıp arkalarından bakıyoruz. Kadın zeytinlik mahallesine doğru gözden kayboluyor. Bir süre sonra da peşindeki adam. Yarın bir kadın ölmüş diye duyarsak tamam diyeceğiz. Biz zaten böyle olacağını tahmin etmiştik.

Saatler gece yarısını çoktan geçmiş. Yarın pamuk çapasında yaprak gibi sallanacağız. Evlere dağılmaya karar verdiğimizde önümüzden ir at arabası geçiyor. Deli Nazmi’ye benzetiyorum. Tam da çıkaramıyorum. Katanaların Hasan da olabilir. Arabada bir varil ve ilaç tulumbası var. Sabahın alaca karalığında olsa anlarım. Gecenin köründe göz gözü seçemezken ilaç da atılmaz ya. Uyku tutmamıştır besbelli. Tahta kapıyı gürültü etmeden açmak için azıcık yukarı kaldırıyorum. Babam yine hayatta yatmış. Daha kapının koluna asılmadan uyanıyor. “Eh be çocuk, diyor. Gece yatmayı bilmezsin, sabah kalkmayı. Ne halta edeceğim ben sizinle…” Hayatın beton kıyısına oturup önce ayakkabılarımı çıkarıyorum. Sonra çoraplarımı. Terlikleri giyip avludaki çeşmede ayaklarımı yıkıyorum. Salonu geçip arka odaya gidiyorum. Annem de uyanıyor. Onları uyandırmış olmak canımı sıkıyor. Oda sıcak, pencereyi açıyorum. Sanki beni bekliyormuş gibi sivrisinekler hemen odaya doluşuyor. Uyumak hiç kolay değil. Sivrisinekler rahat bıraksa sıcak bırakmıyor. Boynumdan aşağıya boncuk boncuk terliyorum.

Annem odama girmiş uyandırmak için bana sesleniyor. Yatağımda dönüyorum. Gözlerimi açtığımda ne ev var ne de annem. Raylar yerinden fırlayacak gibi sarsılıyor. Sadece yük vagonları çeken bir tren geçiyor. Terlemek sadece gördüğüm rüyadaymış, yattığım çimenliğin üzerinde biraz üşmüşüm. Uyuyanın üzerine yazın bile kar yağarmış derler. Doğruymuş. Bu kasabada artık gidecek bir evim yok. Sadece çalabileceğim birkaç kapı var. Sokakta bırakmazlar ama şimdi aniden, durup dururken ve hiç nedensiz. Biraz acayip kaçar herhalde. Üstelik onların da kendine göre işi gücü var. Belki bağdadırlar hala, suya falan gitmişlerdir.

İstasyon çamlığından kalkıp köye doğru yürüyorum. Burada hep pamuk tarlaları görmeye alışmışım. Şimdi bağ var. Demiryoluna bakan evlerde onlarca tanıdığım var. Beraber büyüdüklerim, tarlaya gündeliğe gittiğim, kuru toprak üzerine sofra kurup beraber kuşluk ve öğle yemeği yediğim insanlar. Artık çoğu burada oturmuyor. Ne bu sokakta oynayan var ne de pamuk tarlasına kaçan toplar. Tarlanın birkaç yerinden demiryoluna, hatta istasyona geçen patikaları artık anımsayan bile kalmamış. Sokağın başında duruyorum. Artık evimiz olmayan binaya bakıyorum. Gidip eskisi gibi kaldırıma oturasım var. Ancak merak edip soranlar olacak. Necisin, neden burda oturuyorsun, kimin nesisin? Şimdi buna katlanamam. Üzerimde hala az önce yitirdiğim rüyanın etkisini gezdiriyorum. Süreceğini bilsem gidip aynı çamın altında yeniden uyurum.

Kaçtığım kente ve sokaklara henüz dönmeye hazır değilim. Kasabanın içine gitmeyi de göze alamıyorum. Geldiğim gibi yeniden İzmir asfaltına doğru yürüyorum. Hala nereye gideceğim konusunda kararsızım. Yürükken belki aklıma iyi bir fikir gelir. Kabul etmek zor olsa da ben artık buralı değilim. Rüyalarım buralı, çocukluğum ve anılarım. Nereli olduğumu, hangi toprağa ait olduğumu da bilmiyorum. Bir arkadaşım söylemişti. “Ölünce nereye gömülmek istiyorsun? İşte oralısın. İnsanları uğraştırmayı, ardımda bir vasiyet bırakmayı istemiyorum. En yakın mezarlık neredeyse oraya gömsünler.

Mayıs 2021
Seyfullah

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,320AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler