13.2 C
İstanbul
19 Nisan 2024, Cuma
spot_img

ŞAMAROĞLANI

“Sevgili öğrencilerim, kendinizi düşünmeyi yeniden öğreneceksiniz. Kelimelerin ve dilin lezzetine varmayı öğreneceksiniz. Kim ne derse desin dünyayı, kelimeler ve fikirler değiştirebilir.”

Ölü Ozanlar Derneği

Bir arkadaşımın tez konusu; ‘Öğretmen Karakterleri’ni araştırmak için Türvak’a gittik. Burada eski filmlerden bölümlerin olduğu salonlar vardı.

Ayrı ayrı, dekore edilen yerde, insan bir anda kendini farklı bir âlemde buluyor, yıllar öncesine gidip, mazinin derinliklerinde kayboluyordu. Münir Özkul’dan, Adile Naşit’e, Ediz Hun’dan, Tarık Akan’a kadar birçok ünlünün heykeli vardı bu salonda.

Türvak, müze olarak kullanıldığı gibi eğitim salonu olarak da kullanılmakta ve yeni senaristlerin, yönetmenlerin yetişmesini sağlamaktaydı.

Müzede dolaşırken, Münir Özkul’un öğretmeni canlandırdığı, ‘Hababam Sınıfı’nı hatırladım.

Daha çocukluk yıllarında izlediğimiz, birbirinden ilginç karakterlerin olduğu sınıf, bizi çok güldürmüş, güldürdüğü kadar da düşündürmüştü. Onlarla beraber gülmüş, beraber ağlamıştık. Yurdum insanının tarif edilemez dostluğunu onlarla öğrenmiştik.

‘Canım Öğretmenim’ de güzel bir okul filmidir. Başrolü oynayan Beşir Lazhar apar topar göreve başlayan bir öğretmendir. Sevecenliği ve baba şefkatiyle çocukların kalbini kazanır. Filmde insani duygular ön plandadır. Her okulda olduğu gibi sorunlu veliler burada da vardır. Pürüzler çıkararak, Beşir Lazhar’ın okuldan atılmasına neden olurlar.

Filmden anladığım en önemli şey; öğretmenliğin sadece diplomayla olacak bir şey olmadığı, sevgiyle yaklaşıldığı zaman başarının yakalanabileceğiydi. Buna en iyi örnek de Beşir Lazhar’ın restoran işleten biriyken, öğretmenliğe soyunması ve başarılı olmasıydı.

Atlıkarınca, Carousel’de 1989 yapımı, Meksika dizisiydi. Yönetmenliğini Albino Corrales’la, Petro Damián’ın yaptığı dizi, akşamüzeri TRT de yayınlanırdı. Okuldan çıktıktan sonra koşarak eve gelir, izlerdik. Buradaki öğretmen karakteri çok hoşuma giderdi. Anlayışlı, sabırlı, sorunlara çözüm bulan genç ve güzel bir kadındı. Çocuk oyuncularsa Haime Phahilio, Cirillo, Valerie, Maria Juacina… Bunlar arasındaki kavgalar, kıskançlıklar, dostluk ve arkadaşlıklar sınıf ortamında işlenir, her filmde farklı bir ders verilirdi. İşin en iyi tarafıysa sonu hep güzel biterdi. Barışla, sevgiyle, kardeşlikle…

Yine Perran Kutman’ın oynadığı; ‘Hayat Bilgisi’ dizisi vardı, kısa bir süre önce yayınlanan. Bu yapımda da sınıf ortamındaki kavgalar, çekişmeler, duygusal bir anlatımla canlandırılmıştı. 4 sezon ve 137 bölüm süren diziyi izlerken eski günlerime geri dönmüş, okul yıllarımın üzerinden ne kadar zaman geçmiş diye düşünmüştüm. Başarılı oyuncu kadrosuysa Hababam Sınıfı’nı hatırlatan bu filmi anımsamadan geçemeyeceğim.

Ve Eskişehir Çifteler Köy Enstitüleri Belgeseli… Yönetmenliğini Soner Sevgili’nin yaptığı film, kültür bakanlığının katkılarıyla hazırlanmıştı. Filmde, Köy Enstitüleri’nin kuruluş amacı, nasıl hizmet verdiği, öğretmenlerin röportajlarıyla desteklenerek anlatılmıştı. Bu alanda araştırma yaptığım için belgesel çok işime yaradı. Yaşayan son öğretmenlere ulaşma şansım oldu, en büyüğü doksan iki yaşındaydı. Beni anılarıyla, fotoğraflarıyla besledi. Yeni kitabımın yaşlı çınarlarıydı onlar. Böyle insanların deneyimlerinden faydalanmak gerekiyordu, birikimlerini gelecek kuşaklara aktarmak için.

Firdevs Gümüşoğlu’nun sözlü ve yazılı belgeler ışığında, ‘Cılavuz Köy Enstitüsü’ kitabı da, Köy Enstitüsü tarihi açısından önemli bir eserdir. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan, 1937’de eğitmen kursu olarak açılıp, 1940’ta enstitüye dönüşen, Cılavuz Köy Enstitüsü’nün anlatıldığı kitap, titiz bir çalışmayla hazırlanmıştı.

Artvin’den, Ağrı’ya, Ardahan’a, Erzurum’a, Kars’a kadar uzanan sınırlar içindeki çocukların resim, müzik, heykelcilik alanında, nasıl yetiştiğini ve köy çocuklarına nasıl umut olduğunu anlatmaktadır.

Kitaptaki ayrıntılar, o dönemin yokluğunu anlattığı kadar, çocukların ne kadar üretken olduğunu da anlatmaktaydı. Bir taraftan kanal yapımında çalışırken, bir taraftan da çırçırda kumaş dokuyorlardı. Yokluğun olduğu dönemde, bu kumaşlar kefen bezi olarak satılmıştır.

Kampüs sistemiyle eğitim verilen bu kurumlarda, sosyal faaliyetler de düzenlenmiş, hepsi aynı bahçe içinde yapılmıştır.

Ve okumaya verilen önem… O dönem de çocuklar Şekspir okuyup, tiyatro oyunu sergilemiştir. Bedri Rahmi, izlediği bu oyun için; “Hayatımda gördüğüm en iyi oyundu,” demiştir.

En son 1954 mezunları, anılarını anlatırken, yokluğu ve yoksulluğu da anlatmıştı. Mesela; çocukların okula giderken yanına aldıkları tek yiyecek, kuru ekmekti. Onu, kara banıp, yumuşatarak yemişlerdi. Zaten, fotoğraflardaki çamurlu ayakkabıları, örgü çorapları, kısa pantolonları görünce, bu fakirlik anlaşılmaktaydı. Kim bilir, kimin pantolonu, ceketi bozularak çocuklara uyarlanmıştı.

Prof. Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nun akademisyen kimliğiyle, belgelere dayanarak yazdığı, yazılı ve sözlü tarih yöntemini kullanarak hazırladığı, Cılavuz Köy Enstitüsü kitabı, bu özelliğiyle okunmaya değer bir başyapıttı.

Mastır yaparken ders alma şansına sahip olduğum, Prof. Dr. Cemil Öztürk’ün; “Türkiye’de öğretmen yetiştirme ve alan fakülteleri, Türkiye’de dünden bugüne öğretmen yetiştiren kurumlar, Atatürk devri öğretmen yetiştirme politikası,” çalışmaları da yeni kuşak eğitim kaynakları arasındadır.

Bu çalışmalar, gerek tez yapan öğrenciler, gerekse bu konuda araştırma yapan bilim insanları için zengin başvuru kaynaklarıdır.

Doğan Cüceloğlu ‘Savaşçı’ kitabıyla, eğitim sistemine katkıda bulunan başka önemli bir yazarımızdır. Yarattığı ‘Arif Öğretmen’ karakteriyle, arayışlar içindeki, şevkini kaybetmemiş bir öğretmene, savaşmayı öğretir. Sohbet ortamında yapılan sorgulamalarla, kişilik bulma, kendini tanıma, amaca ulaşma ve çaba gösterme gibi kavramlar irdelenerek, gençlere ve eğitim fakültesindeki öğrencilere ders verilmektedir. Bu özelliğinden dolayı da eğitime katkı sağlayan bir eserdir.

Eğitim sistemiyle ilgili olarak, Nazik Erik hocamın ‘Şamaroğlanı’ kitabını okumuştum üniversite yıllarımda. Eğitim sistemi sorgulanıyordu kitapta. Sık sık değişen müfredatlar, buna uyum sağlamaya çalışan öğretmenler, biz sınava girinceye kadar yine değişecek, diyen öğrenciler. Ve neyin, ne olduğunu anlamayan, ödevin varsa yap, diyen ama ödevin ne olduğunu sorgulamayan veliler.

Nazik Hocam, Şamaroğlanı’nda, eğitim sistemini çok yönlü ve detaylı bir şekilde irdelemiş ve eleştirmişti. Bunda uzun yıllar eğitim sisteminin içinde olmasının payı vardı. Nadir eserler arasında bulabileceğiniz bu kitabı okumanızı tavsiye ederken, Nazik Erik’i rahmetle anıyorum.

Öğretmenlikle ilgili başyapıt olarak incelenebilecek diğer kitap, ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’dir.

Kahramanımız aydın öğretmen Snelman, Finlilerin en gözde temsilcilerinden biridir. Başarısını her şeyden önce bir halk öğretmeni olmasına ve ulusun seviyesine inebilmesine borçludur. Kitabın yazarı; Grigoriy Petrov, Snelman’ı iyi bir aydın, halktan biri olarak tanıtmış, Fin ülkesinin kurtarıcısı yapmıştır. Binlerce gölleri, bataklıkları olan fakir ve yaşanmayacak durumdaki ülke; “Akzambaklar Ülkesi”ne dönüşmüştür. Bunu koordine edense; Snelman’dır. Fin ülkesinde bulunan öğretmen, avukat ve memurları ülkenin kalkınması için harekete geçirmiş, halkı eğiterek aydınlanmayı sağlamıştır.

Başarısının en önemli kaynağı eğitimdir, eğitime verdiği önemdir. Halkın aydınlanmasının, ülkenin kalkınmasının temel kaynağı budur.

Snelman’ın okumaya, yazmaya verdiği önem, Atatürk’ün yıllar önce yaptığı eğitim reformuyla benzerlik göstermektedir. Snelman’ın başlattığı karşılıklı konuşma ve tartışma saatleri, bizim halk evlerindeki edebiyat saatlerine benzemektedir.

Atatürk, iyi bir okuyucu olduğu için, Beyaz Zambaklar Ülkesi, gözünden kaçmamış, askeri okullarda okutmak için yeniden düzenletmiştir.

Kitabın her bölümü büyük ustalıkla yazılmış, konular ayrıntılı bir şekilde öykülenerek anlatılmış, iyi koordine olabilmenin sırlarını da tane tane açıklanmıştır.

Snelman’ın başarısının sırrı, halkıyla bütünleşmesi, birlik olması, onlara özgüven vermesidir. Bu sayede Finlandiya memuru, aydını, öğretmeniyle bütün olup, örnek gösterilmeye layık, “Beyaz Zambaklar Ülkesi”ne dönüşmüştür.

Ölü Ozanlar Derneği, beni çok etkileyen, öğretmenlere kılavuzluk edeceğini düşündüğüm, samimi başka bir eğitim kitabıdır. En beğendiğim eser olduğu için yazımı onunla bitirmek istedim ve en sona bıraktım.

Ölü Ozanlar Derneği’ni, N.H. Kleinbaum roman olarak yazmış, Tom Schulman’sa senaryoya uyarlamıştır. Film 1989 yılında, ‘En İyi Senaryo Akademi Ödülü’nü almıştır.

Eserde bir okuldaki edebiyat öğretmeniyle, öğrenciler arasındaki iletişim anlatılmaktadır. Her okulda olduğu gibi burada da kötü karakter okul müdürüyle, baskıcı veliler vardır. Edebiyat öğretmeni Bay Keating, öğrencileri edebiyat ve şiirle tanıştıracak çalışmalar yapmaktadır. Hareketli geçen derslerdeki, hayata yön veren, en önemli sözler şunlardır:

“Vakit varken tomurcukları topla.  Zaman hala uçup gidiyor ve bugün gülümseyen bu çiçek, yarın ölüyor olabilir…”

“Size kim ne derse desin, sözcükler ve fikirler dünyayı değiştirebilir!  Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının bir ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz.  Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır. Tıp, hukuk, mühendislik yaşamak için gerekli olan asil birer meslek.  Ama şiir… Aşk, sevgi… Biz bunlar için hayattayız. Bu hayatta sizde iz bırakabilirsiniz.”

“Kendiniz için düşünmeyi tekrar öğreneceksiniz.  Sözcüklerin ve dilin tadını hissetmeyi öğreneceksiniz.”

Bu sözler çocuklarda merak duygusu uyandırıp, kendi başına bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşatmaktadır. Bazı veliler, bu sözleri, edebiyat ve şiiri boş şeyler olarak görüp; “Siz onları bırakın da çocuklarımızı sınava hazırlayın!” diye tenkitte bulunarak moral bozmaktadır. Bu da özgürlüğü tanıyıp, hayatı yeniden anlamaya çalışan çocuklar için hiç de iyi bir durum değildi. Burada velilerin ne kadar düz mantık düşündükleri, ne kadar paracı oldukları açık bir şekilde gözükmektedir. Aynı hataları daha önce izlediğim; ‘Her Çocuk Özeldir, Canım Öğretmenim’ gibi filmlerde de görmüştüm. Öğretmen sadece müfredata uyar, ders anlatır, soru çözer, o kadar. Bunun yanında sohbet etmez, müzik ve resimden anlamaz, anlasa da anlatmaz. Tek tip, eli sopalı, disiplinli öğretmenler. Bir de bunları kontrol eden, eli maşalı müdürlerle; “Ben her şeyden anlarım” diyen veliler var ki onlar da cabası. Sonra da ezberci eğitim, ezberci öğretmenler ve onların yetiştirdiği ezberci öğrenciler…

Bize de yıllarca böyle ezberi bilgiler verildi. Kimse yazarlar nasıl yetişmiş, kimden etkilenmiş, nasıl kurgu başarısı yakalamış anlatmadı. Kendi kendimi yetiştirmeseydim sanat tarihi, felsefe ve kültür tarafım eksik kalacaktı. Belki bir Tolstoy’u, bir Dostoyevski’yi tanımadan ölüp gidecektim.

Şimdiki öğlencilere bakıyorum da bizden daha mı iyiler, diye? Onlar da aynı; hayal gücü ve sorgulamadan yoksun. Tek yaptıkları düşünmeden bir şeylere “evet”  demek. Kulaklıklarındaki ses, ne derse desin, karıştırıp, karıştırıp her şeye “evet” diyorlar. Şarkı sözlerini dinlemek yok, anlamak yok, sorgulamak yok, sadece bir kukla gibi başlarını sallıyorlar. Gerçeği bulma kaygılarıysa hiç yok!

Kendi öz kültürünü tanımadan, masallarından, efsanelerinden, tarihinden habersiz yaşıyorlar. Bu sadece çocuklar için değil, toplumun her kesimi için böyle. En ciddi haber kanallarında bile magazinsel bir şeyler muhakkak var. Okumak istemesen bile güzel yapılmış reklam bantlarıyla, flaş flaş yazan haber altlarıyla, zorla gözümüze sokmaya çalışıyorlar.

Kadınların akıllarıyla bir yere gelemedikleri durumlarda, bedenleriyle bir yere gelme

çabası. Özel hayatın alenen yaşanması ve bununla beslenen medya canavarı.

Kısacası edebiyatın, sanatın her alanına yerleşmiş durumdaki ucuzluk ve banallik. Her şeyin para için yapılır hale gelmesi, medyanın reyting kaygısıyla satılmış yazarların eline düşmesi. Zekânın yetmediği yerde cinselliğin ön planda tutulması. Popülizmin işine gelen sanatçıyı, edebiyatçıyı överek göklere çıkarması, işine gelmeyeni yerin dibine batırması. Kapitalizmin ağlarını reklamlarla örerek, sürekli bir şeyleri zorla aldırmaya çalışması…

Benim, en çok canımı sıkansa, edebiyata da popülizm virüsünün bulaşması. Öyle ki insanlar artık satış rakamlarına göre kitap seçiyor. Ne yazarı tanıyor, ne eserini. Sırf satış rakamlarına bakarak, yani medyanın reklam politikalarından etkilenerek ne okuyacağına karar veriyor.

Postmodernizm, insanların beyinlerini deforme etmesi sayesinde ucuz edebiyat, satılmış edebiyat, ulaşması gereken hedefe çoktan ulaştı. Medyanın yaptığı deformasyon sayesinde faydasız sanatlarla, gereksiz bilgiler türedikçe türedi. Dergicilik, edebi yayıncılık, kaliteli eğitim ortadan kalktı. Bunun sonucunda da; hayatı sorgulamayan, hayal gücü olmayan, gerçeği bulmaktan aciz nesiller yetişti. Yaşadığımız toplumdaki duygusuz, sanatsız, kültürsüz bireyler de, bu doyumsuz canavarla, yozlaşmış eğitim sisteminin ürünüdür.

“Sözcükler ve fikirler dünyayı değiştirebilir ” diyerek, hayata felsefeyle yaklaşıp, merakını öğrencilerine aşılayan; “İnsan olduğumuz için şiir okuruz!” diyerek de, edebiyatı varlığımızın temeli yapan, Robin Williams’ı rahmetle anıyorum. Eğitim sistemindeki aksaklıkları gidermeden çocuklara; ‘Siz şöyle okumuyorsunuz, böyle yazmıyorsunuz, demenin anlamı yok!” diye ekliyor, “ilk önce kendimizi sorgulayıp, sonra onları yargılayalım!” diyorum.

Yazımı kitabını üç kere okuduğum, zamanım olsa tekrar tekrar okuyacağım, mutlaka izlenilmesi gereken filmler arasına eklediğim, öğretmenliğe dair önemli ayrıntıları barındıran, klasik eğitim düzenine boyun eğmek zorunda kalmadan, şiir ve edebiyatı sevdiren, ‘Ölü Ozanlar Derneği’ndeki duygu yüklü şu sözlerle bitiyorum:

“Ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben hep daha az kullanılanı seçtim. Bu hayatımdaki tüm farkı yarattı.”

“Ormana gittim; çünkü bilinçli yaşamak istiyordum. Hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum. Yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamamış olduğumu fark etmemek için…”

Neslihan Minel

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,280AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler