20.9 C
İstanbul
23 Nisan 2024, Salı
spot_img

YOLCULUĞU ERTELEMİŞTİ

Yanına gittiğimde, elinde okuduğu beyaz kaplı bir kitap vardı. Derin bir “oh” çekerek kitabı sehpanın üstüne koydu.
“Çok hüzünlü yazılmış bir kitap,” dedi.
Ağlamakla karışık bir buğu vardı gözlerinde. Aslında kitaptakine değil de kendisineydi acıması. Geçmişteki güzel günlerineydi, ne kadar kitabın hüzün dolu hikâyesine ağlarmış gibi görünse de, aslında kendi geçmişine ağlıyordu.

Kaç zamandır bitkindi, solgundu. Ne yapacağını bilmez bir halde, dolaşıyordu evin içinde. Kendisini kapana kısılmış bir zavallı gibi hissediyordu. Üzerinde bir dağ vardı sanki hareket etmesine engelleyen.

Kalktı, sigara içmekten sararmış dişlerini fırçalamak için aynanın karşına geçti. Sağlam kalan son dişleri de çürümeye başlamıştı.
“Eyvah, bu dişlerim de gidiyor” dedi.

Mavi diş macunundan mercimek tanesi kadar bıraktı fırçanın üzerine, başladı dişlerine sürtmeğe. Elini her oynatışında diş etleri biraz daha kanıyordu. Diş etleriyle beraber yüreği de kanıyordu. Yaşamamıştı ya da yaşar gibi yapmıştı, yıllarca gününü tüketmişti. Şimdi kaybolan yılları bir sicim gibi yapışmıştı yakasına. Ne yapmak istediğini, ne olmak istediğini bilmeden boşu boşuna yaşamıştı yıllarca. En sonunda da kaybolup gitmişti, bu mahallenin çıkmaz sokağında…

Neden böyle olmuştu peki, ona sormamışlar mıydı ne yapmak istediğini; yoksa sormuşlar da o mu tembellik etmişti, karar verememişti kendi hakkında. Farkında değil miydi, ne yapmak istediğinin?

Hiç kendi olamamıştı ya da oldurmamışlardı. İmkânsızlıktan, zamansızlıktan, kararsızlıktan, kaybolup gitmişti!…
Bohçasında sakladığı geçmişi, anıları, fırlamıştı lavabonun dört bir tarafına; “ne yaptın, ne kaldı bunca yaşanmış yıldan,” diye hesap soruyorlardı ona.

Bolca filtreli resimler, bolca cansız biblolar!…
Sabah kahvaltısından, artakalan zeytin çekirdeği gibi hissetti, kendisini birden. Dışı yenmiş, içi çöpe atılmayı bekleyen bir zeytin çekirdeği. Yanlış değildi aslında. Hep başkaları için yaşamış, başkalarının işini görmek için uğraşmıştı. Sürekli koşturmuştu evin içinde. Çamaşır, bulaşık, ütü derken kendi olmayı unutmuştu. Kimse sormamıştı ona; “senin hayallerin var mı? Sen niçin yaşıyorsun, yapmak istediğin ne” diye.

Sanki bir köleydi o, evin içinde fır dönen. Hep şunu öğretmişlerdi ona; “her şey dört dörtlük olacak; yemek tam zamanında hazırlanacak, çimler zamanında biçilecek, çiçekler hafta da iki kere sulanacak…”

Hep böyle yaşamıştı hayatı, kurallı. Bu kurallar onu efendisi olmuştu, o kuralların değil. Hep ertelemişti hayatı, çamaşır sepetine tıkar gibi tıkmıştı hayallerini. Ve eski kırmızı elbisesini unutmuştu gardropta. Bir gün tekrar giyerim, diye saklamıştı ama bir türlü fırsat bulamıştı.

Kendi tercihleri olmamıştı hiç zaman, ben buyum, diyememişti. Cesaretsizdi, ama kırılgan değildi. Kırılmak gibi bir lüks yoktu onun. Hiçbir zaman sırça köşkleri olmamıştı.

Bir yoldu hayat, uzun bir yol ama onun izlemesi gereken rotayı hep başkaları çizmişti.
Aynaya bakarak; “bundan sonra kendi yolumu çizmeliyim,” dedi. “Artık kendim olmalıyım, kendim için yaşamalı ve kendi yolumda gitmeliyim!”
Avazı çıktığı kadar bağırdı çılgın gibi…
Ama çok geçti artık… Fazla ömrü kalmamıştı…
Verdiği kararın üzerinden, az bir zaman geçmişti ki; kapı çalındı yumruklanarak. Gelen eşiydi, vuruşundan anladı.
“Kaç saattir kapıyı çalıyorum? Duymuyor musun?…”
“Hiç” dedi sadece, kısık bir ses tonuyla, sönük bir hiçç…
Karar verdi, bir müddet daha kalıp, evliliğini kurtarmaya çalışacaktı.

Yolculuğu ertelemişti!…

Neslihan Minel

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,280AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler