17.6 C
İstanbul
25 Nisan 2024, Perşembe
spot_img

ESKİ HAMAM, ESKİ TAS, ESKİDEN HACIRAHMANLI

Ne zaman pazarda badem çağlası görsem ya da kara topatan kavunu… Küçük kasabam aklıma düşüverir. Çok bunaldığım akşamlar güneş henüz kavuşmadan demiryolu boyundan ishakçelebi’ye, yürürdüm. “Sen okudun de ne oldu? derlerdi. Ne değişti? Yine bizim gibi tarladasın. Lise mezunu olmak zaten okumak falan sayılmazdı. Ama anlatamazdım. Kasabamızın dışında kocaman bir dünya vardı. Milyonlarca yaşam bizimkine hiç benzemeden kendi yolunda akıp gidiyordu. Ben sadece bunu görmüştüm, yeni insanlar tanımıştım. Ama pamuk tarlasında felsefe yapmak, sosyolojik değerlendirmeler yapmak boşuna bir çabaydı. Hiç niyetlenmezdim. Bazı akşamlar kanal boyuna çıkardım. Oradan Saruhanlı’ya doğru yürürdüm. Koca kanalın etrafında kış ortasında papatyalar açardı. Şubata doğru mor, pembe ve kırmızı Manisa Anemonları… Kanalda birkaç parmak su olurdu. İçinde dibi çıktığı için atılmış kelterler, eski soba boruları, yırtık ayakkabı, terlik ve araba tekeri ölüleri. Yuvarlanmaktan top güllesi şeklini almış taşlar. Hastalıktan ölmüş tavuklar, aklınıza gelebilecek birbiriyle alakasız binlerce başka şey.

İnsan yaşamın sadece kendi payına düşen kadarını bilir. Kitaplarla, Google amcayla falan bir sorunum yok ama okuduklarımız yaşadıklarımız kadar gerçek değildir. Bazen hiçbir iz bırakmadan silinip gidiverirler. Bir resmin önüne kırk kişiyi dizilsin. Kırkıda başka bir şey görecektir. O küçük kasabada yaşananlar da herkeste başka bir anı, başka bir etki bırakmıştır.
Ben o küçük kasabada gözümü açtım. Çocukluğum, kanayan dizim, erik, badem çağlası çaldığım bağlar, düştüğüm ağaçlar, ayağıma batan dikenler hep o kasabadaydı. Dünyanın en güzel keşkeğini, en güzel zerdesini o kasabanın kadınları pişirebilirdi. O kasabanın okulunda bizi döverek terbiye eden, ama yine de en sevgi dolu öğretmenler çalışırdı. İstediği kadar vursun, yerimize otururken “ Acımadı ki derdik,” Kızaran ellerimizde sopanın izi akşama kadar kalsa bile hiç acımazdı ki:.. Ve kimse bizim gözümüzden yaş geldiğini göremezdi. Biz kız değildik. Erkek adam ağlamazdı. Çocuk olsa da bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. O kasabanın erkekleri sadece sinemada gösterilen filmlerde ağlarlardı. Ve bunu film ara vermeden, ışıklar yanmadan önce bitirirlerdi.

Büyümek bütün çocukların en büyük tutkusudur. Büyüyünce hem güçlü olursun. Herkes senden korkar. Hem de cebinde paran olur. Nerden mi biliyorum? Harçlık isteyince babam elini cebine atıp bir yirmi beşlik çıkarırdı. Babam kasabanın en güçlü adamıydı. İlaç dolu tulumbayı akşama kadar sırtında taşır, yoruldum bile demezdi.

O kasabanın erkekleri tıpkı iklimi, havası, suyu, toprağı gibi kendine özgü büyürdü. Küçükken, örneğin ilkokuldayken kız ve erkek olarak bir ayrım yaşamazdık. Öğretmenimizin verdiği ödevleri birlikte yapar, küme ve grup çalışmaları için birbirimizin evine giderdik. Hiç kimsenin annesi, babası bize kız veya erkek gözüyle bakmazdı. Okul çocuğuyduk sonuçta. İlkokulun bittiği yaz kavun gibi, karpuz gibi, üzüm salkımları gibi üç ay içinde büyüverirdik. Kız arkadaş, hatta okul arkadaşı kavramı defterden siliniverirdi. Kız arkadaşlarımız bizden biraz daha önce serpilirler ama tam bir kadın görüntüsü de almazlardı. Yine de çok derin bir kız ve erkek cinsiyet ayrımı yaşamaya başlardı. Bu geçiş öylesine hızlı yaşanırdı, uyum sağlamak. Alışabilmek mümkün değildi. Kızlar artık bizimle oynamazlardı. Bir şey desek, yan baksak kızların kaşı çatılır, aksilenmeye, her söylediğimize çemkirmeye, öfkelenmeye başlarlardı. Pis, hayvan, köpek, eşek gibi kelimeler gerçek adımızın yerini alıverirdi. İnsan zamanla her şeye alışıyor. Biz de alışıverirdik. Bu öyle bir alışmak ki nüfusa gidip adını değiştiresin gelir. Bunun tek bir istisnası vardı. Komşu çocukları birbirlerine bu şekilde davranmazlardı. Çünkü okuldan dönünce aynı sokakta oynar, birlikte ekmek yer, su içerlerlerdi. Bunun adı da arkadaştan çok kardeş gibi bir şeydi.

İnsanoğlu kuş misali, bir gün o küçük kasabadan çıkıp bir yerlere gidiyorsun. Başka insanlar tanıyorsun. Ben de mevsime uydum. Manisa’da liseye başladım. Kızların kötü davranmasına o kadar alışmışız ki bütün kızlardan uzak duruyorum. Bir gün, üç gün beş gün… Bekliyorum ama ne hayvan diyen var, ne başka kötü söz söyleyen… Önceleri bir şeyler ters gidiyormuş gibi hissettim.
Lisenin ilk günleri, belki ilk haftası falan… İşte ben tam bu ikilemi yaşarken zil çaldı. İçeri bir öğretmen girdi. Gözünü bana dikti. Bir hata mı yaptım diye ödüm koptu. Neyse yüzü gülüyordu. Sen, dedi. Sen Sarı kafalı… Bu günden itibaren bu sınıfın başkanısın. Öğretmen derse girmeden önce yoklamayı yapacaksın. Sınıf mevcudu yaklaşık kırk kişi. Yarısından fazlası kız öğrenci. Yoklama yaparken isimlerini okumaya korkuyorum. Üstelik çekinince yanlış telaffuz etmek, yanlış sesletmek gibi sıkıntılar oluyor. Her yanlış söylediğim isimde tepeden tırnağa kıpkırmızı kesiliyorum. Kan ter içinde kalıyorum. Bu durum en az on gün sürmüştür. O terler ve pancar gibi kızarmalar bana kasabamın hediyesiydi. Zamanla yitirdim, unuttum gitti. Çünkü ne pis bir delikanlıydım. Ne hayvan, ne eşek, Ne köpek.. Ortalama biriydim. Şimdiki gibi. Ördek gibi her gün yıkanmazdım ama kokacak kadar da beklemezdim. Pirüpak değilsem de pis sayılmazdım. Yemin billah söylüyorum bak, yalanım varsa iki gözüm önüme aksın.

Hiçbir zaman hiçbir konuda iddialı biri olmadım. En uzağa işemek, en zoru başarmak, en başarılı olmak, bir şeylerde birinci olmak bana hiçbir zaman çekici gelmemiştir. Belki beceriksizliğimden veya özgüven eksikliğimden falandır. Bunu değerlendirmek psikologların işi… İyi –kötü, güzel-çirkin, ölüm ve yaşam hep yanana yürür. Hiç biri arınmış ve saf haliyle yaşamın içinde yer alamaz. Hep bir alacalık halidir akıp giden. Ve gelecek olan… Biliyorum hiçbir şey değişmeyecek ama bir kez daha söylemek istiyorum. Ben yazar değilim. Birkaç kadehten sonra dili çözülen içki masası sakinlerinden biriyim. Sözün sırası bana düşerse anlatırım. Aklım Tilt masasındaki demir bilye gibidir. Sürekli konudan konuya sıçrar. Kendi duvarlarına, zemberekli kollara çarpıp seker ve başka bir yöne atılıverir.

O küçük kasabanın tarihini anlatmaya veya sosyolojik yapısını değerlendirmeye hiç niyetim yok. Benim büyüdüğüm kasaba kendisiyle aynı nüfusa sahip birçok yerleşim yerinden daha yaşanasıydı. Bunu tarafsız olarak söylüyorum. O yıllarda bu büyüklükte kasabaların hiç birinde sinema yoktu. Kooperatif falan kurulmamıştı. Tarımsal sulama ve koruma sistemi diğer kasabalardan daha iyi çalışıyordu. Her şey öyle güzel, öyle iyi, cennet gibiydi falan diyecek değilim. Her kasabada, her sokakta bir nalet, geçimsiz insan mutlaka bulunur. Aslında eski göçmen olup kendisini yerli sanan ve ötekilere muhacir diyen ve bunu aşağılamak için söyleyen insanlar vardı. Kendilerini asil ve soylu gören kibirli insanlar. Bunların aşağı sınıflarının içinde Yörükler de yer alırdı. Yörük kelimesini dağlı, görgüsüz, yabani anlamında kullanırlardı. Hepsini bir çuvala koyup bir çırpıda kenara atmak doğru olmaz ama Avcılar Kulübü sakinleri bu aristokrat geçinen insanların mekânıydı. Onlar Adalet parti kahvesine de gitmezlerdi. CHP kahvesine de… Birini aramıyorlarsa Tütüncüler derneğine de uğramazlardı. Kopuğun kahvesi kasabanın en köklü, en merkezde mekânıdır. Oraya da gitmezlerdi. Halka karışmak istemezlerdi. Tarlasında amele olarak çalışan adamla aynı kahvede oturup sohbet etmek hem zaman kaybı, hem de itibar kaybıdır. Bu aristokratlardan bir iki tanesi gençlik kulübüne gelirdi. Çünkü futbol pek laf dilemez, sınırlandırılamaz, ortak bir hastalıktır. Güvercin meraklıları gibi… Yine de oturup kalktıkları insanlara dikkat ederlerdi. Geçmiş zaman, çok ayrıntılı anımsamıyorum. Kendini yerli sanan bu eski göçmenler Muhacirlerden ve Yörüklerden kız almazlardı. Kaçmazsa eğer kızlarını da vermezlerdi elbette. Yedi kat yabancıya razı olurlar ama muhacir ve yürükler olmazdı.

Oysa düğünlerde ayrılmazdık biz. Şakir Aga kahvelerde okuntuya çıkar yediden yetmişe herkesi çağırırdı. Olmadı belediyeden anons edilirdi. Bütün kasabalı davetli, denilirdi. Keşkek mi yiyeceksin, zerde mi, etli nohut mu, kavurma mı? Kırk tabak yesen kimse ses etmezdi. İstersen al evine götür hane sahibi yüzünü bile eğmezdi. Kızları Zürefa Nene oyuna kaldırır, darbukacı İhsan Abla köçekle birlikte çalardı. Ahretlik komşu kızlar aynı basmadan entari giyerlerdi. Eltiler, ya da görümce ile yenge de aynı çiçekli basmadan şalvarlarıyla (don denir) oynarlardı. Nazlı nazlı, en kibarından… Sadece kızlar değil sağdıç erkekler de aynı renk gömlek ve pantolon diktirirlerdi… Terzi Sali’ye, Enver’e, Aydın’a ve Sami’ye…

Hacırahmanlı’yı hep anlat, yine anlat, sık sık anlat diyorlar. Tamam diyorum, en kısa zamanda falan… Elbette yalan söylüyorum. Ömrümün kırk yılını o kasabadan uzakta yaşadım. Ve hala da uzağım. Ve şu anda benim yazdıklarımı o kasabada yaşayan gençler okusa bin yıl öncesini anlattığımı düşünürler. Öyle bir kasaba hiçbir zaman var olmamış, biz bir rüyanın içinden yürüyüp geçmişiz sanki. İşte tam öyle bir zamanda akıp, anılarımızın kıyısına vurduk. Kimse bilmese, anımsamasa ve fark etmemiş olsa bile ben o kasabada büyüdüm. Deresindeki kurbağalara taş attım, dutluğundaki serçelere, asfalt boylarındaki saksağanlara. Hemen yüzünüzü düşürmeyin şimdi. Sapanla aram pek hoş değildi. Attığını denk getirecek kadar becerikli olmadım. Ben o kasabada büyüdüm. Okullarına gittim. Trenlerin hangi saatte geçeceğini, hangisinin durup hangisinin durmayacağını adım gibi bilirdim. Salı günü geçen asker trenleri gazete atar, sigara atardı. Beklerdim. Kumanyalarından çıkarıp attıkları barbunya pilaki hiç güzel değildi. Et konservesi de bir şeye benzemezdi. O yoksulluğumuza rağmen, yiyemezdik. Trenden atılan gazeteleri toplar çamların altına uzanıp saatlerce okurduk. Sonra da mübarek bir şeymiş gibi katlayıp cebimize saklardık. Gören isteyen falan olur. Elimizden uçup gitmesin.

Bunu daha önce de söylemiştim. Hacırahmanlı kasabasının en büyük derdi can sıkıntısıydı. Bazen bu can sıkıntısından sıyrılıp nefes almak için trene atlayıp Manisa’ya giderdik. Hiçbir işimiz, gücümüz olmadığı halde bir turu atıp dönerdik. Harçlığımız bir porsiyon köfteye de yetiyorsa değmeyin keyfimize. Can sıkıntısı ölümcüldür. Psikolojik sıkıntılara neden olur. Bence bu nedenle bütün Hasan’lar, bütün Sali’ler deli ya da çatlaktı. Şimdi düşünüyorum da bence bu çizgi dışı adamlara belediye maaşa bağlamalıydı. Onlar olmasa kanserden, kalp krizinden veya ecelden ölen olmazdı. Bizi içine düştüğümüz depresyon yer bitirir, öteki tarafa götürürdü. Çocuklar her zaman eğlenmenin, güzel vakit geçirmenin bir yolunu bulurlar. En azından yazın kanala giderler, yüzmek, gidip gelmek kocaman bir öğleden sonrayı göz açıp kapayıncaya kadar tüketiverirdi. O kadar yolu gitmişsin illa ki bir bağa girilir, birkaç salkım üzüm araklanır. Veya kavun çalınır. En azından bahçelerin birinde armut veya şeftali vardır. O da yoksa erikler ne güne duruyor? Bazen çocuklardan bezmiş ihtiyarlar bizi gözetleyip eriğe daldığımızda baskın yaparlardı. Kasabanın içine kadar peşimizden kovalardı. Eğer tanıdığı çocuklar varsa onları babalarına söylerlerdi. Akşam eve gidince ne olup bittiğini bile ANLAYAMADAN dayağımızı yer, gıkımızı bile çıkarmazdık. Babalar da haklı sonuçta . Çocuğunun terbiyesini ver, denmiştir. Vermeszsen biz verelim. İnsan içinde söylenince mahcup olmuştur. Utanmıştır ve ağırına gitmiştir. Ne yapsınlar. Çaresiz bilinen en eski yöntemi kullanıp babalık görevini yerine getirirlerdi.

Mart 2022
Seyfullah

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,280AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler