15.1 C
İstanbul
26 Nisan 2024, Cuma
spot_img

GÖKÇEADA 2

Bana hiç yüz vermemiş olsalar da, yüzüme bir kez bile bakmadıkları için ayıp etmiş olsalar bile Rum kızları güzeldi. Şimdi adını unuttum ama bir camcı vardı. Kızlarının güzelliği bütün adanın dilindeydi. Şaka maka değil gerçekten çok güzeldi. Yanağının alını güller, dudaklarının kırmızısını görse elmalar kıskanırdı. Bir daha ömrü billâh böylesini görmedim. Yorgo ile Camcı’nın dükkânına gitmiştik. Koyunları işaretlemek için kumaş boyası alacaktı. Camcı yoktu ama dükkânı açıktı. İçeri girdik. Kimse yok mu diye seslendik. Ahşap binanın alt katı dükkân, üst katı evdi. Merdivenlerden bir kız indi. Yüzünün alı tam al, beyazı kar gibi lekesiz, gözlerinin karası gece gibiydi. Kumaş boyası alamadık. Çünkü kız bu işlerden anlamıyordu. Babası da yarım saate kadar gelecekti. Ama hırdavatçı dükkânında Camcı da saatlerce beklenmezdi. Elimiz boy olarak dükkândan çıkıp gittik. Biz sonra yeniden geliriz dedik. O kızı bir kez daha gördüm. Gökçeada çarşısında postanenin önünden geçip gitmişti.

Aklınıza yanlış bir şey gelmesin. Kıza yiyecek gibi falan bakmadık. O mahcuptu gözlerimiz karşılaştığında biz de utangaçtık. Öylesine baktık, bir ağaca, taşa, duvara, hırdavatçı dükkânındaki nesnelere bakar gibi. Yüzeysel ve öylesine işte. Yorgo ile yaşıt olmalarına rağmen pek tanışıyor gibi değillerdi. Çünkü karşılaştıklarında hiçbir samimiyet belirtisi göstermediler. Onların bu durumu aslında biraz garibime gitti. Çünkü topu topu birkaç bin kişilik bir Rum topluluktular. Bunu Yorgo’ya sordum. “Camcı’nın kızı Yunanistan’da okuyor. Biz İstanbul’da. Neredeyse hiç karşılaşmıyoruz,” demişti.

Kaleköy de yazın günbatımları çok güzel olur. Güneş Kaleköy sahilinde inmeden önce Semandirek adasına bakır bir ayna tutar. Sahildeki evleri göreceğinizi sanırsınız. Belli belirsiz beyaz lekeler ortaya çıksa da gördükleriniz ev midir seçemezsiniz. İki adanın arasındaki bütün deniz portakal rengine boyandığında Yıldız Koyunda resmen artık alacakaranlıktır. Küçücük bir tepe güneşi bu kadar saklar mı diye düşünmeden edemezsiniz. Güneş Gökçeada’dan ayrıldıktan sonra Semandirek’te varınca orada biraz dinlenir gibi gökyüzünde asılı kalır. Bazen bir iki bulut çizgisi kılıç gibi incecik güneşe doğru uzanır. Bazen de martılar güneşe doğru uçarlar. Resimlerdeki gibi… Dikkatli bakarsanız karşı kıyıdaki tepelerin neon lambası gibi parlayan ışıktan çizgilerini görebilirsiniz. Elimde değil, bu manzarayı her gördüğümde coğrafya dersinde öğrendiklerimin hepsini kaldırıp zihnimden atarım. Dünya bilmem hangi hızla güneşin etrafında dönermiş ve iki meridyen arasındaki zaman dilimi dört dakikaymış. Masal bunlar. Kaleköy’e gidin gün batımını izleyin. Siz de benim gibi güneşin ada ada dolaşıp kafasına göre takıldığını göreceksiniz.

Kaleköy sahillerinde bazen zıpkınla balık avına takılırdık. Su öylesine duru ve aydınlık olurdu ki onlarca metre ilersini bile görebilirdik. Müthiş bir renk cümbüşü ve yüzlerce balık çeşidiyle seyrine doyum olmazdı. Bir arkadaşım parlak renkli göz alıcı güzellikteki canlılara fazla yaklaşma demişti. En tehlikelileri onlardır. Zıpkınla vursan bile kıyıya getirmeden dokunma sakın. Anlayan birine göster. Parlak renkli canlılar hep zehirli olurmuş.. Balığın bol olduğu kayalıklar beni hep ürkütürdü. Arkadaşlarım yanımda değilse gidemezdim. Sadece kumsalın açıklarında dolaşırdım. Kayaların kuytu ve koyu gölgeleri denizi dipsiz kuyular gibi gösterirdi. Ve aniden kocaman bir balık çıkıp üzerime doğru gelse ne yapacağımı bilemezdim. Birkaç kez karagöz vurdum. Kefal, levrek ve adını bilmediğim birkaç karabalık. Orfoz vurmadım örneğin, ya da akya… Gökçeada dışında bir daha zıpkınla hiç dalmadım. Hala her gittiğim yerde Gökçeada’nın o büyülü, berrak sularını ararım.

Sinemacı Namık öğrencilerle muhatap olmazdı. Zayıf, ince, bir deri bir kemik diye tanımlanan insanlardandı. Cezaevindeki mahkûmiyeti bittikten sonra memleketine gitmeyip adaya yerleşenlerden olduğu söylenirdi. Düşmanlıkları ve pişmanlığını memleketinde bırakıp adada kendince bir yaşam kurmuştu. Öğrencilerle sıkı fıkı olmamasının nedenini anlayabiliyorum. Çünkü öğrencilerin neredeyse hepsi genç olma sıkıntısından sivilce döken çocuklardı. Biraz bitirimdiler ve azıcık da kurnaz. Elini veren kolunu geri alamazdı. Örneğin o yıllarda öğrencilere sıcak davranan bir lokantacımız vardı. Adamın canını burnundan getirirdik. Bizden yediğimizin, içtiğimizin yarı parasını zor alabilirdi.

Sinemacı Namık akşama doğru Kaleköy’e giderdi. Külüstür bir mobiletli vardı. Arkasında da küçücük bir sepeti… Her akşam Kaleköy Limanının bitişiğindeki falezlere olta atardı. Tipik bir balıkçıydı. Her zaman birkaç günlük sakalı olurdu. Yem takmadığı, misinasını sarmadığı zamanlarda dudağında sürekli yanan bir sigara otururdu. Kalın misinanın ucundaki kocaman bir kancaya irice bir istavriti veya sardalyeyi büsbütün takıp denize atardı. “Bu adam balinaya mı olta atıyor,” derdik. Yunus ya da köpek balığı avlasa anlarım. Sıyırmış abi bu adam. Sıyırmış işte bi …kimi tutamaz bu oltayla.” Aslında biz ne oltadan, ne de balıktan anlardık. O neredeyse her akşam kocaman bir orfoz avlardı. İhtimal ki satardı. Çünkü o kocaman balığı insan bir hafta yese bile bitiremezdi. Falezlerin dibinden çektiği balığı gördüğümde gözlerime inanamadım. Kocaman balığı kan ter içinde kayaların üzerine çeker. Karşısına geçip bir keyif sigarası içerdi. Kayaların üzerinde çırpınan balık kolay kolay ölmezdi. Zıpladıkça rengi çekilir, solardı. Sudan çıktığı andaki pırıltılı hali ölümüyle birlikte silinip giderdi.

Ağustos 2009
Seyfullah

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,280AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler