6.5 C
İstanbul
19 Mart 2024, Salı
spot_img

ÖYLE PAT DİYE DE ÖLÜNMEZ Kİ

Selvilerin yeşili siyaha dönerken mor gölgeleri ufka dek uzanıyordu. Altlarında kurumuş otlar, plastik şişeler ve plastik yiyecek ambalajlarından oluşan renkli bir çöp harmanı yatıyordu. Serçeler cıvıldaşarak bir ağaçtan ötekine uçuşup duruyorlardı. Arada tek tük fıstık çamları olsa da mezarlığın sahibi selvi ağaçlarıydı. Beşinci katın taraçasından mezarlığa bakıyordum. Evlerin arasındaki bu yeşil boşluk insanın dikkatini çekiyordu. Kasap İskender, internet kahvesi işleten Cüneyt ile kaldırımda tavla atıyordu. Baktığım yerden sadece başları görünüyordu. Birinin kafası kel ve cascavlak, ötekisi kuş yuvası… Ortadaki sehpa, iki adamın uzayıp kısalan kolları ve ileri doğru uzatılmış bacakları. Zarı attıktan sonra ikisi de bir ara duraklayıp kafalarını kaşıyorlardı. Önce İskender, sonra Cüneyt… İnsanlara tepeden bakmak demek ki böyle bir şey…

Şimdi burdan bırakıversem kendimi ne acayip olur? Neden yapmış ki bunu? Hiç öyle kederli bir hali yoktu. Sokakta kimi görse şakalaşır, gülüp geçerdi. Bir kez bile onu sinirli veya kederli görmedim. Küçükle küçük, yaşlıyla yaşlı olurdu. Şimdi durup dururken bunu niye yaptı ki? Sakın ayağı kayıp düşmüş olmasın. Belki de birisi itmiştir. Karısı ona camları sildirirdi. Belki de ayağı kaymıştır, zavallının. Çok iyi tanımam ama zararsız biriydi. İçi başka dışı başkaymış demek.

Dışarda gülüp, şakalaşın insanların dışına sakın aldanmayın. Dönüp bir de içine bakın. Ne büyük mutsuzluklar görürsünüz. Ölsem Kasap İskender de üzülür. Ama mini marketin sahibi Tufan daha çok üzülür. Defterinde en az bin lira birikmişim vardır. Oysa kasabınki iki yüzü bile bulmaz. Benim yerime Kasap İskender buraya çıkıp atlamalı aslında. İçeri aldılar bu pezevengi. Bir de temiz sopa çektiler.

– Kes abime yağsız tarafından bir kilo kuşbaşı. Elliye tamamlasam olur mu? Kasada bozukluk yok şimdi. Abime yağsız kıyma çek.
– Köftelik olacak İskender. Az yağlı da olabilir.
– Sana yağlı kıyma mı veririm ben be güzel abim. Biraz zeytinyağı eklersin yoğururken mis olur mis.

Ağzımı bozduğum için kusuruma bakmayın Ama hakkediyor hıyar herif. Koskoca iki sene at eti yedirmiş bize eşşeğlosu. Harmandalı’nda kesip getiriyormuş. Gizliden. Kendi adıma at, eşek, inek eti arasında ne fark vardır deseniz bilmem. Onca sene yedik bir kere bile kişnemedik örneğin.

Hapisten çıktı geldi. Bir havalar sorma gitsin. Sanki o değil de at eti yediğimiz için biz suçluyuz. İnsanda biraz utanma olur. Biraz gurur, haysiyet olur. Ben olsam bir daha buraların semtine bile uğram. Hiçbir şey olmamış gibi dükkânı açtı. Kasaplığa kaldığı yerden devam… Mahalleli de bir acayip ama. Bu adam size yıllarca yalan söylemiş. Kesin alış verişi. Kapatıp gitsin. Ben niye mi ondan hala et alıyorum. Veresiye veriyor hıyar da ondan. Hem ben başkaları gibi haram, günah diye velveleyi koparmadım ki. Yedim atın köftesini, kavurması oturdum evimde. İskender gibi adamlar hiç pişman olmaz. Vicdan azabı çekmez. Suçluluk duymaz. Onların uykuları kaçmaz. Ve hiçbir zaman aç kalmazlar. Bize her yol Ankara…

İnsanlar yaşlanmaya başlayınca bir acayip oluyorlar. Batık esnaf gibi eski defterleri karıştırıp duruyorlar. Hüznün, sevincin, aşkın ve ayrılığın da kendi mevsimi var. Mevsimi gelmeden yersen tadını alamazsın. Acılar, sadece acılar zamanını beklemez. Pat diye kapı arkasından çıkıp gelirler. Gecenin en umulmaz ve karanlık saatinde belki. Bayram tatilinde ya da… Ve bir başladılar mı beşer onar gelirler. Sakar kahveci çırağı misali bütün bardaklar kırılır. Hadi bari kaşıkları topla.

Selvilerin ardında keşke deniz olsa. Ve martılar upuzun kanatlarıyla ağaçların üzerine kadar yükselseler. Sonra süzüle süzüle yeniden denize. Mor gölgeler, mor ağaçlar, mor bir deniz… Bütün gölgeler denize düşüp kaybolsa. Manzara hüzne sarılsa, hüzün akşama… Tadından yenmez. Mezar taşları hep üşür nedense. Yaz günü bile üşür. Ölüm mü soğuktur acaba?

Şerafettin abi söyledi. Buz gibiydi teneşire yatırılıncaya kadar İsmail. Kalıp gibiydi ama ılık suda dirildi sanki. Gassala yardım ediyordum. Sevaptır bilirsin. Sarı soluk teni yıkadıkça pembeleşti. Yüzüne bir gülümseme oturdu. Gözünün biri azıcık aralanır gibi oldu. Kalkıp otursaydı şaşırmazdım hatta. Yani öylesine canlandı. Ya da bana öyle geldi. Kim arkadaşı ölsün ister ki zaten.

Selviler neden aklımı dolaştırıp duruyor bu akşam? Hâlbuki ağaç denince aklıma ilk önce Selviler gelmez ki. Ulu çınarlar, köknarlar, ladinler, yabani elmalar, çakal erikleri gelir. Ama illa kirazlar ve onların sonbaharda ateş rengi yaprakları… Dere kenarında dalları sulara doğru sarkan söğütler. Asfalt boyunca uzayıp giden karaağaçlar, çamlar, akasyalar, iğdeler ve tek tük incir ağaçları. Az kalsın unutacaktım. Yaz kış parlak yapraklarıyla capcanlı görünen taflanları severim ben. Parklardaki kırmızı yapraklı erikleri ve manolyaları… Selviler ne yeşildir aslında ne siyah, ne gri. Bana hep ölümü anlatırlar. Sessiz, renksiz, kıpırtısız ve mesafeli… Onları çevreleyen kalın taş duvarlar vardır. Cami avluları, mezarlık duvarları. Bu duvarlar onları sokaktan alıp götürür. Saklar, uzaklaştırır. Sarılamayız, gölgesinde dinlenemeyiz, dalını koparıp dişimizi bile karıştıramayız.

Şimdi uzun uzun anlatmanın sırası değil ama Cüneyt ‘de tam anasının gözüdür hani. Nerede yamuk yumuk iş var mutlaka bulaşır. Çalıntı telefon bunda çıkar örneğin. Mahalledeki yeni yetmelere el altından miki filmler de satıyormuş. Kaç defa polis geldi dükkânına… Ot istersen, hap falan mutlaka bulur. Geçenlerde Kaportacı Sami’ye bir ilaç vermiş. Onda da hiç akıl yok ki birader. Bunun aklına uy, yala yut. Yetmiş yaşında adama yapılacak şey değil. “Pantolonun önü çadır oldu resmen. Herkese rezil rüsva oldum. Gazete alıp önümü gizledim. Kendimi eve zor attım,” diyor. Hayır, parası için değil. Sırf esnafa eğlence çıksın, puştluk olsun diye. Madem aklın her türlü cinliğe eriyor karına sahip çıksaydın dingil. Halı yıkayan bir adamla kaçtı gitti. Nerden baksan beş sene oluyor. Aha şimdi şapa oturdu inek. İki çocukla ne yapacak bakalım derken. Çocukları anasına gönderip kurtuldu. Hiç kendini bozmadı. Yine aynı zıpırlık… Günahım kadar sevmem Cüneyt’i. Kendisi de iyi bilir. Yine de her gördüğü yerde yılışık yılışık hareketler. Canım abim, cicim abim. Hay abinin de…

Şimdi buradan bırakıversem kendimi… İskender’in tam önüne çuval gibi düşsem… Altını doldurur korkudan. Üzülenler olur mu acaba? “İyi adamdı, severdim,” diyenim çıkar mı? İçi acıyarak ciğerleri söküle söküle ağlayanım olur mu? Bilmiyorum. Ama buradan atladıktan sonra bunu öğrenmem de mümkün değil. Gördüğüm en kalabalık cenazeler deliler için yapılanlardı. Deli Sabri için bir araya gelen insanlar hiçbir politikacı veya bürokrat, hiçbir zengin, hiçbir asker için toplanmamıştı. Tarzan Kemal’in cenazesi de öyleydi. Kemal Abi, ne tam deli, ne de tam akıllı sayılırdı. Belki de biz onu anlayabilecek kapasitede değildik. Beşinci katın taraçasında insan ne kadar saçma sapan şeyler düşünüyor. Bir ordan, bir burdan…

Birisi size “Ben hep yalnızdım. Hep kederliydim. Yaşadığım her gün karabasanlar ve çaresizlikler içinde kötü bir film gibiydi. Çok sıkıcı çektim,” derse sakın inanmayın. Beynimiz yaşadıklarımızı otomatik olarak sürekli ayıklar. Keyfimiz yerindeyse mutlu günleri anımsarız. Eğer canımız bir şeylere sıkılmışsa bütün anılarımız melodram. Taraçaya çıktığıma bakmayın siz. Benim de güzel günlerim oldu. Ben de aşık oldum. Ayrılığın acısını dünyanın sonu gibi anlatanlar yalan söylerler. Ne güzel bir acıdır o, ne güzel bir anı… Şaka gibi geldi size değil mi? Çok ciddiyim. Çevirin başınızı da elinizdekine bakın. Sizi terk etmeyene, evlendiğiniz kişiye. Zamanla ne kadar çok değişiyor insan. Hani nerde o yürek kıpırtınız? Nerde o heyecan? Bir hata yaparım da kaybederim korkusuna ne oldu? Horluyor işte az ötede. Ne zamandır güzel bir söz söylemedi. Aşklar, meşkler, şiirler övgüler yalan olup uçtu gitti.

Okulun ilk zamanlarında öğretmen başımı okşadığında çok mutlu olurdum, Ağabeyim İzmir’den geldiğinde. Çünkü herkesin babası yirmi beş kuruş verdiğinde o bana iki buçuk lira harçlık verirdi. Bir emanet bulur beni bisiklete bindirirdi. Sinemaya götürürdü. Tavada sucuk yapardı. Yağına ekmek bana bana çatlayıncaya kadar yerdik. Biraz daha büyüdüğümde mahalleden bir kız vardı. Çillerimle dalga geçerdi. Kırmızı burnum ve sarı saçlarımla… Bana sürekli takma isimler bulurdu. Alay etse de beni severdi. Anlardım. Ve ona hiç kızmazdım. Akşamları ezana kadar etrafımda dolanırdı. Mutlu olurdum…

Selviler, günbatımını kesen, sokakları karartan yüksek bir duvara benzediler. Şimdi ufuk çizgisinin en kırmızısına dalmaya çalışan güneş yeniden yükselip geri gelse keşke. Yeniden bütün sokaklar aydınlansa. Çatılara, kuytulara gizlenen kuşlar yeniden havalansa. Bir kez bir şeyler ters olsa, yanlış olsa, alışılmadık, şaşırtıcı olsa ne çıkar? Hayat hiçbir zaman istediğimiz gibi akıp gitmez. Sokak lambaları parladıkça gölgeler birbiri ardına uzuyor. Kuytularda koyu karanlıklar oluştu bile. Burdan aşağıya bırakıversem kendimi, beni gören bile olmaz.

Selvileri sevmem, mezarlıkları da… Herkes gibi büyümeye çalışırken ben de saçma sapan yüzlerce şey yaptım. En çok su içme yarışı, örneğin. En çok süs biberi yeme, yüksek bir inşaattan kum yığınına atlama, suyun altında en uzağa yüzebilme, nefesini uzun zaman tutma, en uzağa işeme gibi işte ne bileyim. Saymakla bitecek gibi değil. Gece karanlığında mezarlığa girme ve gündüzden bırakılan bir mendili alma iddiasını hiç duymadığınızdan adım gibi eminim. Bu kadar da saçması olmaz demeyin. Şimdi kaç kişiydik pek anımsayamıyorum. Ama Karabacak Fazlı mutlaka vardır. Toto Abdurrahman, Yolsuzun Erdoğan, Taşçıların Ünver, Tetik Hüseyin’in Alaattin’i saymaya bile gerek yok. İddianın içine ite kaka beni de dahil etmeseler iyiydi. Serde erkeklik var yapamam diyemedim. Hâlbuki ben yokum desem biraz alay edip, bir iki güne kadar da unutup gidecekler. Hay aklımı s…yim.

Mezarlık dalgası nerden mi çıktı? Yazlık sinemaya bir Alfred Hiçkok filmi gelmiştir ihtimal. Aylaklıktan da olabilir. Nereden kaynaklandığını hatırlamıyorum ama ortada böyle bir gündem vardı. Cinler, periler, ruhlar, hortlaklar… Arkadaşlarımı bilmem ama ben mezarlıklardan zaten kokardım. Kalkıp Koca Meradaki mezarlığa gidecek değildik ya Rıza Bey’lerin evlerinin arkasında ağaçlık, çalılık bir alan vardı. Şimdi tam olarak anımsamakta zorluk çekiyorum ama Yusuf Kırca’larının sokağının sonundaki evlerin arkasına denk geliyor olabilir. İhtimal ki orada eski bir artezyen kuyusu vardır. O tarlayı kesen patika Mektep Mahallesini Zeytinlik Mahallesi’ne bağlıyordu. Ama patika o hizbe ve ağaçlık alanın uzağından geçiyordu. Orada ağaçların arasında gerçekten mezar var mıydı? Bilmiyorum. Ama çocukların birbirine anlattığı çok fazla cin, peri, şeytan masalı vardı. Gece oradan geçmek yerine çarşı ortasından dolaşmayı tercih ederdik.

Önce akşam çöksün, karanlık iyice katmerlensin diye bekledik. Celaattin’in Mehmet’lerin ev yanındaki sokak lambası altında kurallar son bir kez konuşuldu. Cinlerin, perilerin ve eski bir mezarın olduğu söylenen yere gidecektim. Ağacın budağına asılmış beyaz bir mendili alacaktım. Mendil zaten dışardan görünecek şekilde bağlanmış. Pamuk tarlası bitince ilk ağaca asılıymış. Buyur burdan yak. Ben tarlayı geçebilsem daha ne isterim. Muhacir Ali’lerin evlerinin arkasına dönünceye kadar zaten sokak lambasının aydınlığı işe yarıyordu. Üstelik oraya kadar traktör yolu da vardı. Asıl film boyuma yakın pamuğun içine girince başlayacaktı. Her adımda korkudan ölüyordum ama bir güvencem de vardı. Başıma bir şey gelse bağırırdım. Onlar da koşup gelirlerdi. Kalabalıkken biz hiçbir şeyden korkmazdık ki.

Başıma bir şey gelmedi. Sadece kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Kulaklarımda tanımlanamaz bir uğultu vardı. Bütün dikkatimi gözlerime vermiştim. Daha oraya varmadan beyaz mendili görmek istiyordum. Yaklaştım, daha çok, daha çok yaklaştım. Hatta ağaca elimle dokunacak kadar yaklaştım ama mendili göremedim. Ağaçların koyu gölgesine, zifiri bir karanlığa girmeyi de göze alamadım. Tabana kuvvet ilk evlere kadar deli gibi koştum. Evlerin köşesine gelince koşmayı bırakıp başladım. Attığım her adımda sanki biri çıkıp beni sırtımdan ha tuttu, ha tutacak. Midem ağzımda, kustum kusacağım. Pantolonuma işemeden arkadaşlarımın yanına döndüğümde kendimi çok şanslı saydım.

– Hani mendil nerde lan…
– Mendil falan yoktu orda oğlum,
– Nah yoktu, sen gitmedin dimi ağaçlara.
– İki gözüm önüme aksın ki gittim. Ama mendili bulamadım.
– Şaka şaka, mendil koymamıştık zaten.
– Neden öyle dediniz madem.
– Puştluk olsun diye…

Korkularınızın üzerine gidin diyorlar ya, sakın gitmeyin. Bırakın her şey durduğu yerde dursun. Kendinizi boş yere sıkıntıya sokmayın. Ben o gece öyle çok kortum ki ömrüm boyunca bir daha oradan hiç geçmedim. Bazen oyunu siz değil korkularınız kazanabilir. Hayat böyledir işte…

En büyük filozoflar ölüm bir son değil, başlangıçtır diyorlar. Bilge adamlar canları ne isterse onu söylerler. Ve söyledikleri mutlaka yazılarak saklanır. Kendisinden sonra gelecek kuşaklara ders olsun, yollarını aydınlatsın istenir. Yaşadıklarımdan öğrendiklerim var ama ölüm hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Can bedenden çıkmadan beyaz bir ışık görülürmüş. Bütün kitaplarda, tiyatro oyunlarında falan hep bunu yineleyip dururlar. Sinemalarda ise ölmeden önce bütün yaşadıklarımızın bir film şeridi gibi gözünüzün önünden geçtiği söylenir. Salladıklarından adım gibi eminim. Kaç kere ölüp tekrar yaşama döndüler sanki. At yalanı… inananı.

Kendini beşinci kattan kendini bırakıp ölmeyen insanlar oluyormuş. Gazetelerde okumuştum. Kimisi çamaşır iplerine takılıp düşmeden yavaşlamış, Kimisi de bakkal tentesine düşüp yumuşak iniş yapmış. Bu şans mıdır lanet mi? Orasını bilemem. Bazen plan tıkır tıkır işlemeyebilir. Başarısız intihar girişiminde bulunanların yüzde sekseni sonradan tekrar deniyormuş. Ve hemen hepsi intihar edeceğine ilişkin ip uçları ve sinyaller veriyormuş. Kim okuyacak, anlayacaksa. Araştırmalara bakılırsa çoğu bir hafta veya on gün öncesinde mutlaka bir sağlık kuruluşuna gitmişler. Bedensel bir rahatsızlıkları varmışçasına tedavi olmaya çalışmışlar. Adam sen de… Bu devirde kim kimin yüzüne bakıyor. Herkes kendi derdinde. Kaç kere televizyonda gördüm. Birisi çatıya veya balkona çıkmış. Kendini atacak. Altına bir kalabalık yığılmış. O yukarıdan bir şeyler anlatıyor. Aşağıdakiler beklemekten sıkılmış. “Atla ulan, atla hadi şerefsiz. Artise bak. Çıkmış oraya şov yapıyor. Erkeksen atlasana … çocuğu.” Bu memlekette insana ağız tadıyla ölmek bile çok görülüyor. Oysa kendini öldürmek bazı ülkelerde bir hak sayılıyor. Tamam, özel koşulları var. Biliyorum. Tedavisi mümkün olmayan ve fazla ağrılı hastalıklar için bu hak tanınıyor. Bizde ise sürünmek yasal, ölmek yasak… Polis karga tulumba hemen tımarhaneye götürüyor. Hadi kolaysa şimdi ayıkla bakalım pirincin taşını.

Seviller silindi artık. Karanlık bütün sokakları, evleri, karşıki tepeleri bile sarıp sarmaladı. Sabaha kadar kucağına sısıkı bastırıp saklayacak. Bir tek seslere gücü yetmiyor. Hatta şimdi sesler daha canlı, daha büyük, daha yakın. Köpekler havlıyor ve bir baykuş ötüyor. Uzak mı yakın mı bilemiyorum. Bir dükkanın teneke kepengi çekiliyor. Karanlık lime lime olup sanki sesin peşinden koşuyor. Uzak sokaklardan otomobiller geçiyor. Üç çocuk bir bisikletin peşinden koşuyor. Onları görmüyorum. Karanlığın içinden akan sesler kendi resimlerini çiziyor. Karanlığın insanda kocaman bir yalnızlık hissi uyandırdığını bilirim. Bütün seslere rağmen şu anda bana kimsenin dokunamayacağı kadar uzaktayım. Yıldızlara, evlere, insanlara, kendime bile çok uzak. Yalnızlık duygusundan daha çok tuhaf bir huzur içindeyim. Sigaranın ateşi ile karanlığa çizgiler çiziyorum. Yaşamak güzel, can tatlı… Ama yine de bütün dertlerin, hüznün ve çaresizliğin bittiği bir yer var.

Seviller silindi artık. Karanlık bütün sokakları, evleri, karşıki tepeleri bile sarıp sarmaladı. Sabaha kadar kucağına sısıkı bastırıp saklayacak. Bir tek seslere gücü yetmiyor. Hatta şimdi sesler daha canlı, daha büyük, daha yakın. Köpekler havlıyor ve bir baykuş ötüyor. Uzak mı yakın mı bilemiyorum. Bir dükkanın teneke kepengi çekiliyor. Karanlık lime lime olup sanki sesin peşinden koşuyor. Uzak sokaklardan otomobiller geçiyor. Üç çocuk bir bisikletin peşinden koşuyor. Onları görmüyorum. Karanlığın içinden akan sesler kendi resimlerini çiziyor. Karanlığın insanda kocaman bir yalnızlık hissi uyandırdığını bilirim. Bütün seslere rağmen şu anda bana kimsenin dokunamayacağı kadar uzaktayım. Yıldızlara, evlere, insanlara, kendime bile çok uzak. Yalnızlık duygusundan daha çok tuhaf bir huzur içindeyim. Sigaranı ateşi ile karanlığa çizgiler çiziyorum. Yaşamak güzel, can tatlı… Ama yine de bütün dertlerin, hüznün ve çaresizliğin bittiği bir yer var.

-Kafam güzel kardeşim. Çiçek gibiyim, mis mis… Dünya batmış, varsın batsın. İçinde yanıp kül olacak çaputum mu var? Bütün şehir yansın isterse. Gelen bir tekme vurdu giden bir tekme. Anamdan bile bir fayda görmedim ben. Başkasından gelecek iyilik şöyle dursun.

Naylon torbaya sıktığı yapıştırıcıyı şişirip geri ciğerlerine çekiyordu. Gözleri ıslık ve kocamandı. Dudağından sular damlıyor burnu akıyor gibiydi. Yüzünün ifadesi anlatılır gibi değildi. Öfke, korku, cesaret ve üzüntü bir bulamaç gibi karışmış ve yüzüne, bakışlarına dağılmıştı. Şakakları seğiriyor, elleri titriyordu. Sen iyi misin diye sormuştum. Üstelik acayip korkuyordum. Bunlar genelde para isterler. Vermeyene de bıçağı basıp giderler diye anlatılmıştı. Bu delikanlının hiç de öyle saldırgan bir hali yoktu. Yüzünde sürekli değişen ifadeler ne zaman ne yapacağı belli olmaz bir his yaratıyordu. Daha önce hiç balici ile karşılaşmamıştım. Bilmemekten, anlamamaktan doğan bir tedirginlik oradan uzaklaşmamı söylüyordu. Oysa ben kalmak istiyordum. Bir insan neden kendine bunu yapar ? Anlamak ve konuşmak… İçimdeki ses “ Akşam vakti başka işin mi yok. Yürü yoluna git, diyordu. Ne gidebiliyordum ne de kalacak kadar cesaretim vardı.
-Neden bali çekiyorsun?

-Böyle her şey daha kolay? Kafam iyi olunca kendimi çok güçlü hissediyorum. Canlı ve enerjik. Saatlerce koşabilirim örneğin. Kimse kaçamaz elimden. Daha korkusuzum. Hapismiş, dayakmış hiç gözüme görünmez. Tüy gibi hafif oluyorum böyle. Çok yükseğe sıçrayabilirim mesela. Arabalardan, insanlardan, yırtıcı hayvanlardan hatta yılanlardan bile korkmam. Ama herkes benden korkuyor. Abi bi lira versene, ekmek alcam diyorum. Adam çıkarıp beş lira veriyor. Beladan uzak durmak için veriyor. Biliyorum.

-Bende başlıyayım öyleyse.
-Sakın ha, bir başladın mı bırakamıyorsun. Çünkü böyle iyisin. Hiç olmadığın kadar iyi… Ertesi sabahı bir uyanıyorsun bombok. Hadi yeniden bali çekiyorsun. Yeniden iyi oluyorsun. Acıkmıyorum hiç biliyor musun?
-Her çektiğinde kafası aynı mı oluyor peki.
-Yok gününe bağlı. İyi günündeysen acayip mutlu oluyorsun. Kötü günündeysen bali de kabuslar gördürüyor. Koruyorsun, kaçmaya çalışıyorsun, berileri takip ediyor, öldürmek için plan yapıyorlar gibi bir sürü saçmalık işte… Hayallerin gerçek oluyor. Ama kafası çabuk geçiyor. O zaman tüpten yeniden sıkıyorum. Yeniden bir daha derken tüp bitiyor. Bir uyanıyorum pestil olmuşum. Kaldırımda yatıyorum. Kaç kere polis almış beni. Sokakta uyumuşum. Kendime gelince bıraktılar. Hastaneye yatırılar diye çok korkmuştum.

Karanlık bu akşam aklımı torbadan bali çekmişim gibi uçuruyor. Hiç olmadık şeyler beynimin içinde savrulup duruyor. Düşündüklerimin biri bitmeden öteki yerine alıyor. Taşıyıcı bir palet gelip önündekini itiyor ve onun yerine başka bir düşünce geçiyor. Böyle zamanlarda en çok utandığım, en çok üzüldüğüm, en çok pişman olduğum olayları anımsarım. Beynimi susturamadığım, aklımın dizginlenemez bir at gibi özgürce koşturduğu geceler genelde beni uyku da tutmaz. Bazen rakı sofrasında da böyle olurum. Konuşulanlardan kopar uzaklaşırım: Sonra ordan oraya savrul bakalım. Bu nedenle uyku ilacı almak istediğim bile olmuştur. Doktor iyi bir arkadaşımdı. Olan biteni anlattım. “Bu zaman zaman herkeste olur,” dedi. İlaç yazmadan sepetledi.

Buradan, şimdi şu çatıdan atlasam ne olur? Yere düştüğümü bile kimse fark etmez. Sokaktan geçen biri görünceye kadar çoktan ölmüş olurum. Arkamdan ağlayanım olur mu? Hiç sanmam. Sevdiklerime çok zarar vermedim ama pek bir iyiliğim de dokunmadı. Hayırsızın biriydim üstelik. Ne bir taş attım dünyaya, ne bir kurbağa ürküttüm. Yedim, içtim, uyudum. Bir ara ayyaş oldum. Gençliğimde kadınlara da düşkündüm. Kendimi zemzemle yıkayıp yuğacak değilim. Ama tanıdığınız en günahkâr adam da değilim. Her şeye rağmen annem hayatta olsa o ağlardı. Belki ablam da üzülür. Gerisini sil bir kalem. Şalgamın seyreği sıkından iyidir diyenler bile olacaktır. Mok yoluna gitmiş niyazi diyenler de. Bu akşam hiç ölesim yok. Belki bir başka akşam… İçinden gelmeyince de olmuyor. İnsan durup dururken de pat diye ölmez ki.

Haziran 2017 – Bursa
Seyfullah

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,260AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler