14.3 C
İstanbul
16 Ekim 2024, Çarşamba
spot_img

SAÇMA SICAK HACIRAHMANLI

Öğlen sıcağı ve tepemizdeki güneş dikenli teller gibi tenimi yırtıyordu. Asfaltın kıyısındaki ağaçların gölgesinden yürümeye çalıyordum. Yolun zifti kaynamış kara lastik ayakkabılarıma yapışıyordu. Demir olan hiçbir şeyi tutamazdım. Üzerine yumurta kırsan göz açıp kapayıncaya kadar pişer dedikleri zamandı. Demiryolu geçidine varmadan önce asfaltın altından geçen küçük kanalın üstünde durdum. Etrafı kuru dikenlerle, domuz pıtrakları ve yapışkan otlarıyla kaplıydı. Yaz sıcakları bastırdığında derin otluk yerlerden ve sazlıklardan çekinirim. Yılan çıkar, akrep olur ve kim bilir başka ne belalar. Otlar ayaklarıma sürtündüğünde huylanırım zaten. Ayakkabılarımı çıkarıp pantolonumun paçaların sıvadım. Kenarları kaygan çamur kaplı kanala indim. Artezyen suyu gibi insanı kendine getirecek kadar soğuk değildi. Yine de bütün gün bu suyun içinde uzanıp yatmayı isterdim. Suya iner inmez özenle katladığım paçalarım bacaklarımdan sıyrılıp ıslanıverdi.

Ovanın üzerinde bir jet uçmaya başladı. Birkaç dakikada bir kulakları sağır eden bir sesle üzerimden geçiyor. Uçağın uçtuğu yükseklikte hava serindir belki diye düşünüyorum. Esiyordur oralar. Yükseklere çıkıldıkça sıcaklık düşer diyordu okul kitaplarım. Sıcak bir gün ortasında ovayı bir koşu terk edip yüksek bir yer çıkmadım ki. Bu sadece deneyimleyemediğim kuru bir bilgi. Yoldan içinde gündelikçilerin olduğu bir traktör ve römorku geçiyor. Geçenler merakla kanalın içinde dikilen adama (bana) bakıyorlar. Bana gülüyorlar mı? Kafayı yemiş zavallı diye acıyarak mı bakıyorlar? Anlayamıyorum. Çünkü römorktaki amelelerin hepsi güneşten korunmak için örtülere sarılmışlar. Sadece gözleri açık… İçlerinde annem olsa, ablam olsa tanıyamam. Suya eğiliyorum. Kollarımı, boynumu başımı yıkıyorum. Gözlüklerim ıslanıyor, saydamlığı kayboluyor. Giysilerim sırılsıklam olmadan kanaldan çıkmayı istiyorum. Çamurlu kıyıdan ayağım kayıyor ve suya yuvarlanıyorum. Pantolonumun paçaları ıslandı diye hayıflanırken saniyeler içinde sırılsıklam oluveriyorum. Yapacak bir şey yok. … … şemsiye açılmıyor. Kahveler önüne gidip soğuk bir sarı gazoz içerim diye planlarken eve gitmek zorunda kalıverdim. Kıyıdaki otlara tutunarak kanaldan çıktım. İstasyona doğru yürüdüm.

Öğlen ve tepemizdeki güneş ovayı bakır bir kazan gibi kızdırıyordu. Çıplak ayakla toprağa basılmıyordu. Yalın ayak otlara basarak biraz yürüdüm, Batkı olacak gibi değil ayakkabılarımı giydim. Sıcak öfkeli bir kaplanın pençelerine dönmüştü. Ovayı, ağaçları, asfaltı sokakları ve duvarları tırmalıyordu. Yeşil yapraklar sıcaktı, gölgeler hatta çeşmelerden akan sular bile… Eve yaklaşınca elini başına siper etmiş komşu kapısında bekleyen bin kaç kadın gördüm. Sokakların en ıssız olduğu bu saatlerde birkaç kişinin gölgelik bile olmayan bir yerde bir araya gelmesi normal bir şey değildi. Birisi ölmüş olabilir. Yada komşu evin avlusuna giren çingeneler ne kadar bakır kazan ve tava varsa toplayıp gitmiştir. Çeyiz satmak bahanesiyle eve girip böyle şeyler yaparlardı. Ha bir de Almanya’dan kocası veya oğlu gelmiş evlerde böyle bir meraklı topluluğu oluşabiliyordu.

Kapıdan başımı şöyle bir uzatıp bakayım demeye kalmadan kadınlardan biri önüme geçti. Ses etme, dedi. Sus, çıt bile çıkarma. Hepsi gözünü bana dikmişti birkaç adım geri çekildim. Yakaladı, dedi kadının biri… Yakaladı eline aldı… Uyyy içim çekildi, bir başkası… Kadınların hepsi kapı önünden uzaklaşıp geri çekildiler. Fatma nine iki elinde bebek gibi tuttuğu bir yılanla çıkıverdi. Bir metreden biraz daha uzundu. Gözlerinin yanında iki sarı beneği vardı. Yılan büyülenmiş gibi duruyordu. Ne kaçası vardı. Ne de birine saldırası… Kadın duyulur duyulmaz bir sesle bir şeyler söylüyordu. Yılanın duasıymış, öyle dediler. Yılanı dereye doğru götürdü. Öteki kadınlar da peşi sıra yürüdüler. Korkudan hiç biri de fazla yaklaşmadı. Fatma Nine çömelip yılanı kargıların içine bir ana şefkati ile salıverdi. Bir daha gelme emi, dedi. Çoluk çocuk var. Korkuyorlar. Uzaklara git… Yılan sözden ne anlayacak kargıların içinde yeşilliğe doğru kayboluverdi.

Öğlen üzeri güneş beynimizi bir matkap gibi deliyordu. Kahveler önündeki fıstık çamlarından kaldırımlara reçine damlıyordu. Ve ovada olmama lüksü bulanan birkaç aylak Kopuğun kahvesinde boş lakırdı ile zaman geçirmeye çalışıyordu. Böyle can sıkıcı saatlerde boş konuşmaktan başka yapılacak bir şey yok. Kahvedeki en bilmiş vatandaş lafın sırasını yakalamış, “Temmuz Ağustos’ta aylarında burada durmayacaksın arkadaş”, diyordu. “Deniz kıyısında bir yerlere gideceksin. Şöyle püfür püfür esen bir sahile… Ya da Bozdağ’a çıkacaksın. Yaylaya… Gecesi de serin olur, gündüzü de. Yaylalarda sinek de olmaz.” İyi akıl, güzel akıl ama sokma akıl işte. Kimseye bir yararı olmaz. Bağları kim sulayacak. Kükürdü kim atacak, salkım güvesi ilacını falan. Burada bağı bahçesi olmayan mı var? Tarlan yoksa bile gidemezsin üstelik. Gündeliğe gitmeden karnımızı nasıl doyuracağız.

Cırcır böceklerinin binlercesi bir arada ötüp duruyordu. Çam ağaçlarının, badem zeytin ağaçlarının gövdelerine doluşmuşlardı. Onlar ötmek için günün en sıcak zamanı mı seçiyorlar? Yoksa onlar cırladıkça sıcak daha mı dayanılmaz oluyor? Bilemiyorum. Sıcaklar bu kadar dayanılmaz olduğunda en iyisi kanala gidip yüzmek. Bunun dışında başka bir seçenek yok. Kanalda yüzmek bizim köyde sadece yeni yetmeler ve çocuklara hoş görülür. Yaşı başı yerinde birine çok ama çok ayıptır. Milletin diline sakız olmaktansa kahveler önünde oturup azıcık esse bari diye dua etmekten başka yapılacak bir şey yok. En kestirme sokaklardan eve dönüyorum. Çeşmeye hortumu takıp ucunu da erik ağacının bir dalına asıyorum. Suyun altında heykel gibi kıpırtısız duruyorum. Elimde olsa, su parasından korkmasam akşama kadar suyun altından çıkmam. Suyu kapatıp hayata oturuyorum. Elime havluyu bile almadan koruyuveriyorum. Ve Suyun serinliğinin keyfi on dakika bile sürmüyor.

Jandarma Koca Kanal yolunu kesmiş. Bir cemse ile altı yedi asker bekliyor. Kimseyi İshakçelebi tarafına geçirmiyorlar. Ne olup bittiğine bakalım dedik. Yaklaştırmadılar. Sıcağın altında Boşnak böreği gibi pişiyorlar. Ama kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Sanki konuşursalar deliller kaybolacak.. Yirmili yaşlarda bir genci çıkarmışlar. Kapakların orada. Kuru otların üzerine uzatmışlar. Üzerine kirli bir battaniye örtmüşler. Ayağının biri çıplak, ötekinde ayakkabı var. Savcı gelip bakacakmış. Bizim köyden değil diye sevindik. Bizim köyden olsa daha aşağıda Saruhanlı taraflarında bulunurdu zaten. Bizim köylü olsa da yazık olmasa da… O da bir ananın kuzusu, birinin kardeşi, birinin ağabeyi… Ateşin düştüğü yer bir adım ötemizde olsa kaç yazar? Yanımızda olsa ne? Bu sıcaklar ayarlarını bozuyor insanların. Belki kaldırıp kendin kanala atmıştır fukara. Veya düşmüştür. Kim bilecek. Düşmanları vardı. Onlar öldürüp atmış da olabilir. Bu sıcaklar hayra alamet değil. Ovanın adamını da bozuyor, dağlıları da… Üzerinde kimliği de yokmuş. Hadi neyin nesi kolaysa bul bakalım şimdi.

Gün kavuştuğu halde kasaba kavrulmaya devam ediyor. Azıcık serinlik için bütün kahvelerin önü, bütün dükkânların önü sulanıyor. Güneşte kızmış betona serpilen su kabarcıklar çıkararak kaynıyor. Hayatta oturup yemek yiyoruz. Az önce beton zemini yıkamıştım. Beş dakika bile geçmeden kuruyuverdi. İnsanın canı bir şey yemek istemiyor. Birazcık ekşili ve yoğurtul şeyler de olmasa açlıktan öleceğiz. Koruk sıktım kendime. İçine azıcık da şeker koydum. Limonata gibi içiyorum. Nane yaprağı koyarsam daha güzel kokarmış. Kimin umurunda. Tarçın, nane falan sosyetik icatları bunlar. O da eksik kalıversin. Televizyonlar hepten ayarımızı bozuyor. Bunları hep o yemek programlarından öğreniyorlar.

Direğin dibindeki kuşdili öbeğine biraz su döküyorum. Islanınca güzel bir koku yayılıyor. Fesleğenleri karıştırıyorum ellerimle. Akşamın o eşsiz kokusu sıcağa rağmen taptaze bir ferahlık içinde sokağa akıyor. Sofra başında hepimiz kan ter içindeyiz. Sanki oturmuyoruz da çalışıyoruz. Oturduğumuz yerde, yemek yerken şıpır şıpır ter döküyoruz. Hava ancak gece yarısına doğru nefes alınacak kadar rahatlayacak. Oturup o serinliği içinize çekmek, bedeninizde hissetmek için zamanınız yok. Çünkü gece uyuyup dinlenmeden ertesi gün ovada kimse dayanamaz. Hayatta serinde yatarsanız sivrisinekler rahat bırakmaz. Sinekten kaçıp eve girince de gün boyu duvarların emdiği güneş sabaha kadar sizi kan ter içinde bırakır. Yattığınız yerin azıcık serinini ararken sabahı edersiniz.

Bizim ova ve sıcaklarının insanlar üzerinde nasıl bir etki yapacağı belli olmaz. Tek bildiğimiz bizi biraz daha öfkeli ve kavgacı yaptığıdır. Bağdan, tarladan ve o günlük ovadan kaytarabilmiş birkaç kişiyle kahvede oturuyorduk. Bir de evden kahveye, kahveden camiye gidip gelen yaşlılar vardı. Eski bir minibüs çıktı geldi. Tepesinde bacası olanlardan… Köfte ve kokoreç satanlarınkinden… Yan taraftan sürgülü kapıları açtı. Kalın kalın kırmızı kocaman bir dizi sucuk çıkardı. Mangal hazırmış demek ki. Sucukları ortadan yarıp mangala koydu. Kestiği ekmeği de ızgaraya koydu. Sonra pişirdiği sucukları domates ve taze soğanla ekmek arası yapıp yemeye başladı. Herkes adama odaklandı. Sanki şapkasından tavşan çıkaracak gibi bir sihir bekliyorduk. Sonra birisi kalkıp arabaya doğru yürüdü. Bana da sucuk ekmek yapsana, dedi. Film birden koptu. Kahveler önünde oturan herkes sucuk ekmek yemek istedi. Hatta bazıları sanki bedavaymış gibi kangal kangal sucuk aldı. Manda sucuğu diyordu. Başka hiçbir yerde bulamazsınız. Sucuklarda etiket falan yoktu. Kendi yapmış, ev imalatı gibi satıyordu. Bütün sucuklar tükenince adam arabasını çekip gitti. Sonradan Yaşar Dede’nin elindeki sucukların birinde etiket olduğun gözümüze ilişti. Meğer ısıl işlem görmüş tavuk sucuğuymuş.

Haziran 2024 İzmir
Seyfullah

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,320AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler