24.5 C
İstanbul
12 Ağustos 2025, Salı
spot_img

Gezdim Gördüm Öğrendim; HEYBELİADA Yolculuğu

Cevizlibağ istasyonundan bindiğimiz tramvay yavaşça hareket edip hızlanıyor. Bizi adeta İstanbul yolculuğuna çıkaracak bu tramvay, her durakta  biraz daha fazla insanla doluyor. Çünkü inenlerden çok binen var. Topkapı, Aksaray, Çemberlitaş… İstanbul Üniversitesi yanından geçerken, tarihi kapısını yolcu kalabalığından uzaktan da olsa azıcık görmek küçük hatıralarımla karşılaştırıyor beni. Yıllar önce bu üniversitede sınava girişim, sınav sonrası tarihi kapısının altından sınavın zor olmasından ağlayarak çıkışım. Meydanda bulunan sahaflar çarşısı, hemen bitişiğinde bulunan kütüphanenin ikinci katında görme engelliler için kitap okuyuşum…  Kıymetli hatıralar gözümün önüne geldikçe yüzüme hafif bir tebessüm doluyor.

Sultanahmet Meydanına geldiğimizde tramvay anonsunda Blue Mosque (blumosk), mavi cami anlamı taşıyan bu ulu camiye neden mavi cami demişler şuradaki insanlara sorsam içlerinde bileni pek çıkar mı düşünüyorum? Yerebatan sarnıcının yanından geçerken, yıllar önce sarnıç içindeki suda keyifle yüzen kol kadar büyüklükte olan balıklar aklıma geliyor? Şimdi neredeler? Onlara ne oldu? Birkaç ay önce sarnıcı ziyaret ettiğimde   balıkların yerine, sarılı gümüşlü yerli yabancı madeni paraların taş zemini kapladığını görmüştüm. Dileklerin duasıyla atılmış mutsuz, soğuk, parlak paralar… Kahrolsun Lidyalılar, sarnıcı da işgal etmişler!

Eminönü için de söylenecek çok sözüm var ama susuyorum. Karaköy’e doğru giderken eski tramvayı düşünüyorum. Yaşlı ve yorgun demir yığını, Tünel’de tıngır mıngır hala bir aşağı bir yukarı yerli yabancı insanları taşıyıp duruyor. Halinden memnun mu bilmem?

Kabataş’a geldiğimizde yenilenmiş vapur rıhtımına gitmek için trafik ışıklarından karşıya geçmemiz gerek. Bir de bakıyoruz ki trafik ışıklarının tam altında kaptan şapkalı, beyaz gömlekli ve göbekli bir adam, “Heybeli ada, adalar.” Diye vapura yetişmeye çalışan telaşlı halka sesleniyor. Garip olan durum ise şehir hatları vapurlarının olduğu yöne değil, ters istikameti işaret ediyor. Buyurun bu taraftan. Işık hızıyla aklımda şimşekler çakıyor. Tabii ya bugün 15 Temmuz resmi tatil nedeniyle şehir hatları ücretsiz. Ama kaptan şapkasıyla algı yaratan bu adam ücretli olan vapurlara bizi yönlendirecek sonra da pamuk eller cebe deyip bizden alacağını alıp ticaretine keyif edecek. Sürüden ayrılmamam gerektiğini düşünerek insan kalabalığının arkasına takılıyorum. Madem bugün ücretsiz vatandaş olarak bu şehirde yaşamanın hakkını alalım diyorum. Vapur iskelesinde turnikelerden geçip kalkış zamanını bekliyoruz.

Bekleme salonu mahşer gibi kalabalık, iğne atsan düşmez. Yerli yabancı insan kalabalığı. Yediden yetmişe insan var. Yetmiş demek günümüzde de yanlış sanki, çünkü artık insanlar seksen doksana kadar yaşıyorlar. Her ne ise bir adım ne ileri ne geri ne sağa ne sola adım atacak durumda değiliz. Vapur gelene kadar da insanlar doluşmaya devam ediyor. Yukarıdan baksan karınca yuvası misali fıkır fıkır kaynıyoruz. Bugün vapur ücretsiz, git nereye gidebilirsen; Kadıköy, Üsküdar, adalar, Yalova, Çınarcık…  Bu vapur nereye gidecek belli değil? Bir anda yanlış vapura mı bineceğiz diye düşünüyorum, kimseye de sorasım yok. Nereye giderse gitsin illaki bir rıhtımda ineceğiz.

Vapura biniş için bekleme salonun kapıları açılıyor. “Hurra” denir ya bir su birikintisinin yokuş aşağı hızla akması gibi kalabalıkla birlikte hızlı adımlarla vapura ilerliyoruz. Mahşeri düşündüren insan yığının arasında bulunmak tuhaf hissettirirken bana eşlik eden kızım: “Kavimler göçü” gibi deyip beni gülümsetiyor. Acaba kaptan şapkalı adamın gösterdiği yöne mi gitseydik diye düşünmeden edemiyorum? Arkamdan itekleyen başörtülü kadının vücut sıcaklığı beni huylandırıyor. Sabah olmasına rağmen hava sıcak, deniz rüzgarı nemli ve dip dibe duran insanların birbirine yayılan vücut sıcaklıkları kaynama noktasında.

Bir adım bir adım daha vapura ayak basıyoruz; fakat o da ne gemi terasına çıkmak için ortada bulunan merdivenlerde yukarıya doğru insan kalabalığı. Burada da bir adım bir adım yukarıya çıkmak izdihamın ötesi. Gözüm içerideki koltuklarda oturanlara takılıyor, daha çok bebekliler, çocukluklar ve terasa çıkmak için gücü ve sabrı olmayan yaşlılar var. Hey gidi yurdum insanı, “beleş baldan tatlı!” diye içimden geçerken, güneş ışığı gözüme geliyor, terasa nihayet ulaşmışız demek. Güvertedeki oturma yerlerinin hepsi dolu, hatta yerde oturanlar bile var. Ah şu kaptan şapkalı adamın vapuruna para verip binseydim de rahat rahat püfür püfür adamıza gitseydim. İş işten geçti artık keşkeleri kovalayıp oturma yerlerinden birinde bir boşluk görüyorum. Tam bir buçuk kişilik. Bugunkü ada seyahatimde bana eşlik edip misafirim olan kızımı oturtuyorum, yarım kalan boşluğa da gözlerimi dikiyorum. Azıcık ucundan ilişsem ne güzel olur? Aslında oturma yeri beş kişilik, ama sevgili olduklarını düşündüğüm köşedeki çift yayılarak oturmuş. Rus kadının kızımın yanına oturmasından rahatsız olmuş gibi daha çok yayılarak kıpraşmasını seyrediyorum. Bu kadın çirkin, kuru popolu, meymenetsiz adeta bir şeytan. Yanındaki Türk olduğunu düşündüğüm adam ise tipik dağ insanına benzeyen cüsseli, koca göbekli, vücudunun görünen yerleri uzun siyah tüylerle kaplı ayı dediğimiz türden. Sanki memlekette kadın kalmamış, bu baston bacaklı, çirkin şeytan kadınla beraber. Yesin onu şeytan, yesin de kurutsun.

Kızımın sağ yanında bulunan yarım boşluğa sıkışsam derken, bankın köşesinde oturan pembe şortlu cılız adam: “Gelin siz de oturun deyip kendisini bankın en köşesine yerleştiriyor. Benim için sıkışması, bu nezaket bizim insanımızda daha kaybolmamış. Teşekkür ediyorum. Bankın ucuna azıcık ilişiyorum, totomun büyük kısmı havada. Karşımda oturan teyzeye gözüm ilişiyor. Açık yaprak yeşili altlı üstlü bir takım giymiş, o da ne? Yoksa haşema ile mi seyahat ediyor? Adaya gider gitmez kendisini denize atmak için hazır, ya da daha gemi ada rıhtımına yaklaşırken kendisini yeşil ördek gibi denize atacak? Kafasındaki kat kat çıkın örtüyü peki ne yapacak? Ağırlık olup dibe çökmese bari? Hey aman hey? Teyze iki kişinin yerine tek başına oturmuş, yanımdaki cılız adam teyzeyi gösterek bana: “İsterseniz karşıya da oturabilirsiniz.” diyor. Teyze bunu duyar duymaz:  “Ay kocam gelecek şimdi.” Demesiyle cılız adam: “Teyze rezervasyon yapmış” diyerek gülümsüyor.

Vapur her dakika kalabalıklaşıyor.   Sesli düşünüyorum: “Bu vapur bu kadar insanı taşıyabilecek mi? Kapasitesi ne kadar, yolcu alınırken kapasite hesaplanıyor mu, yoksa mahalle minibüsü gibi ne kadar yolcu o kadar kazanç mı? Oysaki bugün ücretsiz.”

Sesli düşüncelerime yanımdaki cılız adam cevap veriyor: “Hesaplanmıştır herhalde? Belki de turnikelerden geçerken insan sayısı alınıyor.”

Gözümüz yine Rus kadına ilişiyor, yayılarak oturması ile kıpraşıp duruyor. Ayı, sevgilisi sigara yakıyor, oysaki sigara içmek yasak. Cılız adam bu sefer düşüncelerini söylüyor: “Şuna bak, hiç istifini bozmuyor, ne kadar rahat? Ben de dayanamayıp: “Yabancılar hep rahattır. Bence daha kültürlü diyoruz ama genel kültürleri ve görgü konusunda zayıflar.”  Cılız adam düşünceme katılmıyor: “Bence hepsi öyle değil. Çok nezaketli ve görgülü olanlar da var.”  Ben de: “Rusların öyle olmadığı kesin!” diyorum, birlikte gülüyoruz. İçimden sormak geliyor: “Siz hangi adaya gidiyorsunuz?” Bu sorumu beklemediği kesin düşünceli cevap veriyor: “Büyük ada”. Başında gri bandana bağlı bu tuhaf adama: “İyi seyahatler.” Diliyorum. Bana teşekkür edip susuyor, elindeki kitabın sayfalarını açıp okumaya başlıyor. Kitap eski olmalı, sayfalar sararmış, daha önce okunmuş, cümleler işaretlenmiş, sayfaya dokunan parmakların adeta izleri var. Kitap okumayı seviyorsa ona çantamda taşıdığım kendi kitaplarımdan verebilirim, diye düşünüyorum. Bir yolculuk hatırası olur. Ben bunları düşünürken cılız adam güneşten rahatsız olduğunu belli eden bir kıprayışla: “Burası çok fazla güneşli, gölgeye geçeyim.” Deyip yanımdan ayrılıyor.

Vapur yolculuğu tepemizde kavuran güneşe rağmen çok keyifli. Masmavi denizin üzerinde rüzgarla köpüren dalgalar, vapuru takip eden beyaz grili martılar, yanından geçtiğimiz büyük küçük adalar. Mis gibi deniz havası. Bunları görmek, görebilmek, yaşamak ne kadar güzel.

Vapurun adalarda ilk durağı Kınalı ada oluyor. Kıyıya yaklaşıyoruz, görevli adam demir geçidi beton zemine yerleştiriyor ve işte start! Rengarenk insan kalabalığı oluk oluk adaya akıyor. Vapurdaki insanların yarısı bu adaya hücum ediyor. Belki de yarım saate yakın insanların vapurdan inmesini bekliyoruz. Gözüm adanın beyaz evlerine takılıyor. Burada yaşayanlar ne kadar da şanslı? Dedelerinden kalma, ailelerinden kalma veya sonradan edindikleri bu ahşap tarihi binalarda her gün maviliğin yeşilin tadını çıkararak yaşamak büyük bir şans değil midir? Kıymetini bilen ya da bilmeyen de vardır! Düşüncelerimdeki kıskançlık, yaz günlerinde adanın kalabalığı ve kirletilmesiyle ne denli çekilmez olabileceğini de düşündürtüyor. Öyle ya kedi uzanamadığı ciğere “mundar” der.

Burgaz ada, en sevdiğim ada. Burası Sait Faik Abasıyanık’ı hatırlatıyor. Onun bahçeli evini. Adada yaşarken hangi balıkçı teknesine binip hangi hikayelerini karalamış mavilikte? Bir yazarın yürüdüğü patikalar, yeşil  ve mavinin içinde kaybolmuş şiir mısraları… Sevdiğim Burgaz adasından ayrıldıktan sonra uzaktan gördüğümüz Kaşık adası,  adını bilmediğim küçük adalara sessizce selam veriyorum. Hayal gücüm onların kendi aralarındaki konuşmayı hissettiriyor bana: “Buraya gelmesin insanlar, bizi de kirletmesinler. Huzurlu sessizliğimiz bozulmasın.” Ne de haklı olduklarını düşünüyorum?

Heybeli ada iskelesine yanaşırken, çıkışa doğru yine bekleyen insan kalabalığı. Vapur merdivenlerinin ortasında beklerken pembe şortlu ve başında gri bandanalı cılız adam gözüme ilişiyor. Meğer o da Heybeli’ye gelecekmiş? Oysaki bana Büyük adaya gideceğini söylemişti! İyi ki de kitabımı vermemişim. İnsan neden dürüst olmaz ki? Belki de son anda fikir değiştirdi? Ama ben bu durumu dürüstlükten saymıyorum, boş ver gitsin.

 

Adayı ziyarete gelen insan kalabalığının arasından sıyrılarak adaya ayak basıyoruz. Yüzmek için koy plajlarına gidecek olanlar, bisiklet kiralayanlar, bizim gibi yürüyerek adanın keyfini çıkaracak olanlar, müşteri bekleyen restoranlar, dönerciler, kafeler ve dondurmacılar. Bayram havası…

Kahvaltı için adada ilk molamız küçük bir yokuşun köşesinde bulunan tarihi evden yapılma cafede. Giriş katında küçük bir mutfak ve kasa, dışarıda taş kaldırıma konulmuş sandalye ve kare masalar var. Fransız usulü ferforje süslemeler ayrı bir atmosfer yaratmış. Üst katına çıkan dar ve kıvrımlı merdivenler, tarihi dokuyu daha fazla hissettiriyor. Burada da antika cam avizeler, eski telefon, radyo gibi aletlerden oluşan dekorasyon, belki de bir Rum evinden alınmış işlemeli ahşap duvar aynası, masa sandalyeler… Kıvrımlı çiçekli demir ferforje olan dar ve iki masalı balkonda keyifle tost yiyip filtre kahvemizi içiyoruz. Pembe begonvil çiçeklerinin sarmaladığı beyaz evlerin ardında mavi deniz görünüyor. Ada havası, ada rüzgarı yazın tüm sıcaklığına rağmen bize iyi geliyor.

Bahçeli evlerin, ahşap köşklerin sıralandığı sokaklarına yürümeye başlıyoruz. Bir müze olarak ziyaretçilerini bekleyen İsmet İnönü’nün evi önünden geçerken kızıma tarihten bahsediyorum. Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ailesi ile uzun yıllar yaşadığı bu ev, Mavromatis Konağı olarak Rum Mavromatis ailesinden içindeki eşyalarla kiralandığı biliniyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün konuk olduğu, Başbakan Celal Bayar’ın da ziyaret ettiği beyaz pembe renkli güzel bahçeli bir köşk. Duvarlarında, odalarının her köşesinde kim bilir tarihin hangi fısıltılarını saklıyor. Daha önce köşkü ziyaret etmiş olduğumdan bu sefer sadece selam verip yanından geçiyorum. Çiçekli sepetle süslenmiş bisikletleri üzerinde adayı gezen ziyaretçiler acaba bu köşkte kimin yaşadığını biliyorlar mı?

Adada yaşayan arkadaşıma uğramadan olmaz. Pamuklu rahat bohem giysiler satan dükkanını ziyaret ediyoruz. Yılda bir defa görüşmenin sevinci ile birbirimize sarılıyoruz. Bulgaristan yapımı antika kahve fincanlarından mis gibi kahvemizi içerken arkadaşımın eşi ve kedileri ile mutlu, huzurlu bir ada yaşamının içinde olduğunu düşünüyorum. Tatlı sohbete doyum olmuyor ama adada gezilecek yerler bizi bekliyor. Vedalaşıp ada keşfi için yola düşüyoruz.

Adalarda eskiden atlı faytonlar varken şimdi ya camı olmayan mini otobüsler ya da rengarenk filmle kaplanmış minibüsler ada içinde yolculuk yapmamızı sağlıyor. Şansımıza denk gelen camsız mini otobüse binip, tıngır mıngır adanın yokuşlu sokaklarında ilerliyoruz. Çam ağaçlarının arasında kalmış çiçekli bahçeler, ahşap boyaları sökülmüş tarihi ahşap köşkler ve restore edilmiş bakımlı yazlık evlerin yanından geçerken, “keşke benim de böyle bir ada evim olsa!” diye düşünmeden edemiyorum. Bazı insanlar ne kadar şanslı değil mi? Dertleri ne olursa olsun, yine de böyle bir eve sahip olmak, geçmiş aile bağlarının veya varlıklı bir sülaleden gelmenin yahut ecnebi bir köke sahip olmanın göstergesi değil midir? Bir de içinde yaşam izi olmayan, kapılarına kilit vurulmuş, tozlu pencereleri sımsıkı kapalı duran köşklerin önlerinden gelip geçen renkli insan kalabalığına hüzünle baktıklarını hissediyorum.

Tıngır mıngır çamlık yolda giderken mis gibi çam kokusu burnumda, doğanın kokusu bana iyi geliyor. Yolun her iki yanında yeşil orman, sağ yamacında kıyıya çarpan mavi denizin köpüklü dalgalarını görüyorum. Ada misafirleri denize girmiş, yüzüyor, keyifleri yerinde.

Heybeli adanın güney sırtında kalan tepede Terki Dünya Manastırı yakınında araçtan iniyoruz. İki dakika yürüdüğümüz orman içindeki patika, bizi büyük bir uçurum kenarında duran manastıra getiriyor. Demir kapının sol yanında mezar var, fakat ne kadar incelersem inceleyeyim mezarda yatan kişinin adı hiçbir yerde yazmıyor. Manastırın sahibini araştırdığımda Trakya’lı genç bir keşiş olan Andonis Tsimas’a ait olduğunu, mezarın da onun olduğunu öğreniyorum.

Manastırın içine girilmiyor, sadece giriş bölümündeki odada mum yakılıp dua edilebiliniyor. İçi temiz ve bakımlı olmasına rağmen manastırın dışı biraz bakımsız, bahçenin bir tarafında bostanlık, dalında büyümüş biberler ışıl ışıl parlıyor.

Çardak altında bulunan sandalyelere oturup manzarayı seyrediyoruz. Uçurum tepesinden görünen beyaz köpüklü mavi deniz, büyük beyaz kanatlarını açıp maviliğin üzerinde uçan martılar… Huzurla derin nefes alıyoruz, manastırda son kez duamızı edip oradan ayrılıyoruz.

Çam ağaçlarının ortasından aşağı inen yoldan yavaş adımlarla yürüyoruz. Piknik yapan insanlar olmadığı için orman temiz görünüyor. Ne güzel diyorum, insan elinin değmediği her yer kendi doğal güzellinde. Adanın karşı tepesinde görünen sanatoryum, karanlık pencereleri ile bize sessizce selam veriyor. Karşıdan “Beni de ziyaret edin!” mesajı verse de etrafı çitle çevrili binaya giriş yasak.  Çam ağaçlarının arasında kendi kaderine bırakılmış Heybeliada Sanatoryum’u, 1924 yılında Atatürk’ün talimatıyla kurulmuş. Hastalar faydalı gıda, temiz hava ile iyileştirilirken, kurulan atölyelerle ayakkabıcılık, saatçilik vb. meslek sahibi olmaları da sağlanmış. Böyle güzel bir hastanenin kapanması ne kadar içler acısı? 1999 depreminde hasar gördüğü için bir daha açılmamak üzere kapalı.

Çamlık yolun solunda güzel bir koy ve kafe var. Daha önce uğradığım bu kafede soğuk bir şeyler yudumlamak çok keyifli olacak. Küçük rıhtımından denize girmek için hazırlıklı olmadığımızdan rıhtıma oturup sadece ayaklarımızı soğuk deniz suyuna sokmak bile keyifli oluyor. Kafe masalarından birinde oturan emekli ailesinin süslü kadınları bizi işaret edip, beğendiklerini ifade etmek için parmakları ile kalp işareti yaparak gülümsüyorlar. Ben de onlara aynı kalbi gönderiyorum. Hasır şapkaları ile yan yana oturmuş anne kızın keyifli anını kartpostala benzetmiş olmalılar. İçten içe mutlu oluyorum, hiç tanımadığım bu insanlara duygularını belli etme tarzları için gönülden teşekkür ediyorum. Ne mutlu bir an! Güneş tepemizde, denizde yüzen küçük balıklar ve her yaştan insanlar, beyaz teknelerden gelen yaz müzikleri ve kızarmış patates kokusu… Adanın tadını çıkarmak için daha ne isteyebiliriz? Anı yaşamak bu olsa gerek…

Heybeliada yolculuğumuzu kavunlu dondurma keyfi ile sonlandırıyoruz. Bu sefer küçük bir ücret karşılığında rahat etmek için paralı vapura biniyoruz. Gün batımında denizde seyahat etmek ve güneşin tüm kızıllığı ile İstanbul’u boyadığı ana şahit olmak bir harika. Güle güle Heybeliada. Belki bir gün yine görüşmek üzere! Sahi, sana neden bu isim verilmiş?..

Nevriye Gürel
Haziran 2025

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,390AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler