18.8 C
İstanbul
23 Nisan 2024, Salı
spot_img

ŞABAN GİDER

AKLIMDA ŞABAN GİDER VAR, AMA ANLATAMIYORUM
Yazmak kendi kendine konuşmaktır. Tam bir delilik hali yani… Böyle bir tanımdan yola çıkınca yazdıklarını paylaşmak ise ben deliyim diye don gömlek bağıra çağıra sokağa fırlamak sayılabilir. Aman yaratanı seven tutmasın. Bu gün sana, yarın bana… Herkesin başına gelebilir yani. İnsanlık hali… İlişmeyin, ürkütürsek fena olur. Ya vurur, ya ısırır. Tayır Aga’nın eşeğinin tepmesi yanında hiç kalır.

Dünyanın en güzel olduğu yer çocukluğumuzdur. Ağaçlar çok yüksektir. Evler, minareler ve telefon direkleri de… Yollar çok uzaktır, tren rayları, köşe başında her gün su çekmeye gittiğim tulumba… Kuşlar çok hızlıdır. Arılar, kelebekler, kuşlar, Ünver’in kırmızı bisikleti ve Sakallılar’ın Recep’in Java’sı… Kahveler önünde akşam olunca pos bıyıklı adamlar otururdu. Eski masallardan kalmış kır bıyıklı adamlar. En aksileri, en korktuklarım kahvelerin avlusunda domino oynarlardı. Son taşı masaya vurunca kocaman kollarını açıp bütün taşları öteki adamların önünden çekip saklarlardı. Hepsinin çürük dişleri vardı ve sigaradan sararmış bıyıkları. Kendileri sigara içerlerdi ama izmarite dadanmış çocukları yakaladıklarında eşek sudan gelinceye kadar da döverlerdi. Kötü bir niyetleri falan yoktu. Sadece iyilik için döverlerdi. İhtiyarlar ezan sesiyle kopuğun kahvesinden çıkıp camiye giderlerdi. Bostonlarına dayanarak yürürken mırıl mırıl bir şeyler konuşurlardı. Ama ben ne söylediklerini anlamazdım. İnsan çocukken anlayamamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu bilemez.

Büyümek tarlaya gitmek, yevmiye edecek kadar ete ve kemiğe bürünmektir. Artık tarladan kırmak için uğraş, dur. Yağmur yağsın diye dua et. Bayramlar da tarlaya gidilmez, sayım ve seçim günlerinde de. Bir de okulun varsa haftanın beş günü yaşadın. Kimse elini bile süremez. İşte sırf bu yüzden benim okulum vardı. Büyük adam olmayı falan hiç düşlemedim inanın. Sadece zeytinden, pamuktan kaytarmak içindi. Hem düşlemiş olsam kaç yazar ki? Bir halt da olamadım zaten. Ama bütün güzel şeyler uzun sürmez. Okullar da çabucak bitiverir. Dımdızlak ortada kalıverirsin. İşte ortaokul bittiğinde ben de böyle oluvermiştim.

Ben ve benim gibi onlarca genç bu kasabaya gelmek için çok geç kalmıştık. Tarlamız yoktu, dikili tek bir ağacımız bile. Nasılsa belediye yer göstermiş de başımızı sokacak evlerimiz olabilmişti. Evimiz vardı, sokaklarımız, komşularımız, arkadaşlarımız… Ama gündelikçilikten öte gidecek hiçbir yol yoktu. Babam, annem ve akrabalarım yaşamlarını böyle geçirmişlerdi. Hallerinden şikâyet ettikleri falan da yoktu. Ben başka bir yaşam istiyordum. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler başka insanlar, başka ülkeler, herkesin tütün amelesi olmadığı başka yaşamlar olduğunu söylüyordu. Gidip en azından görmeliydim. Söz dinlemez, arsız bir oğlan olma pahasına gitmeliydim. Arpacık kumrusu misali düşünürken büyük piyango bana vurmasın mı? Haydi, yatılı okula… Ne tarla ve ne de Hacırahman’lı ovası…

Okullar mı? Öyle sanıldığı gibi iyi yerler falan değildir. Örneğin ben okulun kimseyi adam ettiğini görmedim. Kapısından girenlerin çoğu mezun olup gider. Kimi çatlak olarak bitirir, kimisi ağır abi, kimisi ukala, kimisi bilmem ne tayyare? Esas mucizesi adını, sanını duymadığınız uzak kasaba ve köylerden bir sürü gencin evlerinden uzak bir yerde buluşturmasıdır. Başlangıçta tek ortak yönleri yoksul olmalarıdır. Ve bütün yeni yetmeler gibi uçana, kaçana, her moka gülmeleridir. Örneğin durup dururken güldüğü için dersi kaynatan öğrenciyi öğretmen tahtaya kaldırıp döver. Delikanlı dayak yerken bile güler. İşte o kadar ölçüsüz bir gülme dönemidir bu çağlar. Paran gelmez gülersin, ayakkabın delinmiştir gülersin, sigaradan idareye çağrılırsın gülersin, matematikten çakarsın gülersin. Meğer ömrümüzün en güleç zamanlarıymış, kıymetini bilmeden tüketivermişiz.

Sahi ne diyordum ben? Ne anlatıyordum? Cümleleri rampa aşağı bırakıp gitmişim. Mutlaka gündelikçilik dışında başka bir gelecek olmalıydı. Üstelik kitaplar, gazeteler, filmler diyordu. Hatta Kemalettin Tuğcu hikayeleri bile öyle söylüyordu. Arayış içinde olan tek kişi ben değildim. Kasabadaki gençlerin çoğu başka bir dünyada yaşamayı istiyordu. Hatta bizim Hasan film yıldızı olmak için İstanbul’a kadar gitti. Ata binmeyi, yüzmeyi, araba kullanmayı bilmediği, saçlarını alabrus kestirdiği, İspanyol Paça şeker çuvalından pantolonu ütüsüz olduğu için almamışlar. Hasan şöyle bir kenarda dursun. Gençlerin kimisi İzmir’e fabrikalara girmeye, kimisi yurt dışına kaçmaya, kimisi Manisa’da bir iş bulmaya çalışıyordu. Manisa’da simit satmak bundan iyidir diyorlardı.

Biz bu kasabaya geç kalmıştık. Herkesin tarlası vardı. Herkesin atı, arabası, traktörü, itibarı, şanı, namı vardı. Ama bizim yoktu. Sevdiklerimiz elbette vardı. Bir elin parmaklarını geçmese de arkadaşlarımız vardı. Ötekileri bilmem ama benim hiç yavuklum olmadı örneğin. Çünkü yoksul olmak gözleriniz yeşil bile olsa üzerinize pek yakışmıyordu. Yine de türküde söylendiği gibi “Buranın güzeli bize gönül eylemez, gönül eyleyecek yâre gidelim,” derdinden daha önemli sorunlarımız vardı.

Belediyeye bir memur alınacağını duyduk. Kimden duyduk şimdi anımsamıyorum ama daktilo bilen, en az lise mezunu olacakmış. Bizde ikisi de var. Belediye başkanı zaten bizim hısımımız. Şoförü Adem, iyi kötü konuştuğumuz biri. Çavuş ve oradaki diğer çalışanlardan da epey tanıdığımız var. Bütün bu torpillere falan çok takıldığımız yok. Adil bir sınav yapılsın veya usulünce bir mülakata alsınlar yeter. Şaban için gerekli müracaatları yaptık. Ben düz lise mezunuyum zaten, Şerafettin de öyle. İstenilen vesikalık fotoğrafları ve belgeleri hazırladık. İş için Şaban’dan başka başvuru yapan da yok gibi. Heyecanla beklediğimiz gün gelip çattı. Şaban komisyonun odasına girdi. Doğum hastanesi koridorunda bekleyen baba heyecanı içindeyiz. Ha şimdi çıkacak, de şimdi. Epey kaldı içeride. Çıktığında da yüzü gülüyordu. İki saat içinde sonuçlar açıklanacakmış. Oralarda oyalandık biraz. Avcılar kulübünde çay içtik. Hem hevesli, hem umutluyuz. İki saat bitip tükenmek bilmiyor. Neyse vakti saati gelince sonuçları öğrenmeye gittik. Fikret’i almışlar işe iyi mi? Üstelik Fikret zaten Menemen mi? Aliağa mı? Orada bir yerde memurmuş. Kendi kasabasına gelmesi için onu işe almışlar. Onun iyi kötü bir işi varmış. Şaban’ın ayağında donu yok. Mülakat, sınav bahaneymiş meğer. İş önceden ayarlanmış. Eh be Salih Reis, sen bunu bize niye yaptın? Elbette kimse bir açıklama yapmadı. Sınavı Fikret kazandı dediler. Olay bitmiştir. Biz de kendimizi bir mok sanıyoruz. Seviliyoruz, sayılıyoruz ve adam yerine konuyoruz falan diye avunuyoruz. Kazın ayağı iç de öyle değilmiş. Bu kasabada bir geleceğimiz varsa bile oldukça puslu görünüyordu.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Şaban Akhisar’a gardiyanlık işine girdi dediler. Duyduğumda kasabadan çoktan kaçmıştım. Çekip gittiğime de hiç pişman olmadım. Başka bir seçeneğimiz de zaten yoktu. Gidenler hep suçludur diyorlar. Söyleyenler haklıdır belki. Ama kimin tavuğuna kış dedik? Kimin kızına işmar ettik. Kimin emeği ile oynadık? Azıcık serpilmiş bir çocuk kadar suçluyduk. Yeni yetme, aklı bir karış havada bir genç kadar günahkar. Akhisar’a gittikten sonra Şaban’ı hiç görmedim. Evlendi dediler. Çocukları olmuş. Ne eşini gördüm ne de çocuklarını… Geçen hafta Pazar günü (4 Ekim) akşamı bu dünyada yenilecek ekmeği, içilecek suyu, alınacak nefesi kalmayınca çekip gitmiş. Öldüğünü duyunca kendimden utandım. Görüşmeyeli yirmi beş seneden fazla olmuştur. Bir buçuk ay önce hasta olduğunu duymuştum. İyi değil demişti arkadaşım. Tamam, hastaydı ama bu kadar çabuk da gidilmez ki…

Şaban’dan geriye ne mi kaldı? Herkese anılardan ne kadar pay düşmüştür? Bilmiyorum. Biraz toplucaydı çocukken. Hep faklı düşünceleri, farklı görüşleri vardı. Şimdiki moda deyim ile çok trip atardı. Çabuk darılıp giderdi, ama küs de durmazdı. Arada bir kendi kabuğuna çekilmeyi, bir iki gün yalnız kalmayı seçtiği zamanlar olurdu. Bir de yürürken kendi yüzüne üflerdi. O üflediğinde alnına düşen saçların ucu kıpırdardı. Şaban, bende siyah beyaz fotoğraflar gibi kaldı. Uzakta ve eski. İyi biriydi. Tavuk kesemeyecek kadar yufka yürekli, kavgadan uzak duracak kadar şiddetten tiksinen biriydi. Ama hayat ona bu konuda pek adil davranmadı. Ömrünün çoğunu ekmek derdiyle cezaevinde suçlular arasında geçirdi.

Mart 2019 -İzmir
Seyfullah

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,280AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler