8.5 C
İstanbul
4 Aralık 2024, Çarşamba
spot_img

DÖNEN DÖNSÜN; BEN DÖNMEZEM YOLUMDAN -3

DÖNEN DÖNSÜN; BEN DÖNMEZEM YOLUMDAN
(Pir Sultan Abdal)

HALKÇILIK
Halkçılık, 19. yy’ın ikinci yarısından sonra aydınları etkileyen bir kavramdır. Bu kavramı değişik akımlar, kurum ve kuruluşları halka hizmet vermeye yönlendirmede kullanılmıştır.
Rusya’daki “Narodniki” halka doğru gidiş Balkanlarda çok etkili olmuştu. “İnsanlar için insanlar tarafından kurulan hükümet”
Kemalistler için Halkçılık kavramı bu kavramların hepsini içerir. Ancak sınıf kavramını değil tüm kitleyi bir bütün olarak ele alır.
“Sınıfların değil, büyük bir dayanışmanın egemen olduğu Türk Ulusu”

Onuncu yıl marşının;
“ Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.”
Dizeleri bu düşünceleri açıkça ortaya koyar.

Halkçılık kavramının ilk ve önemli savunucusu Ali Suavi’dir. Ülkenin ekonomik ve politik geri kalmışlığını derinlemesine irdeleyen Ali Suavi, Rus aydınlarının görüşlerine yakın görüşleri savunuyordu.
Cumhuriyet öncesi özellikle 1900’lü yılların hemen başında Türk Yurdu gibi dergilerde “Halka Doğru” akımı önemli bir akımdı.
Bu alanda Atatürk’e ilham veren ideologlar Tekin Alp ve Ziya Gökalp’tir.

Eğer bir toplum birkaç katman ve ya sınıftan oluşuyorsa, o zaman eşitlikçi bir toplum değildir. Halkçılığın amacı katman veya sınıf farklılıklarını bastırmak ve bunların yerine, birbirleriyle dayanışma içinde olan meslek gruplarından bir sosyal yapı oluşturmaktır.

1923’te iktisat kongresinde, “Sosyal sınıflar yoktur, meslekler vardır.” söylemi resmi söylem olarak benimsenmiştir.
Dönemin ideologlarından M. Esat Bozkurt; “ Diğer partiler, çeşitli sosyal sınıfların ve katmanların ilgilendikleri şeyleri savunurlar. Bizim açımızdan ise, biz bu sınıfların ve katmanların varlığını kabul etmiyoruz. Bize göre bunların hepsi birlik içindedir. Burada centilmenler, sahipler, köleler yoktur. Yalnızca bir bütün takım vardır ve bu takım millettir.” diyerek halkı sınıflandırmaya karşı çıkar.
Halkçılık düşüncelerini halkevleri vasıtasıyla hayata geçirilmeye çalışılmıştır.

Atatürk’ün değişik demeçlerinden derlediğimiz aşağıdaki sözleri Yeni cumhuriyetin Halkçılıktan ne anladığının açık ifadeleridir.
“Yeni Türkiye devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Mazideki müesseseleri ise bir şahıs devleti idi.”
“ Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi ifade etmek lazım gelirse “ Halk Hükümeti” deriz.”
“ Halkçılık, sosyal düzenin çalışmasına, hukukuna istinat ettirmek isteyen bir sosyal meslektir.”

“ Teşkilat baştan başa halk teşkilatı olacaktır. Umumi idareyi halkın eline vereceğiz. Bu toplulukta hak sahibi olmak, herkesin bir iş görmesi esasına dayanacaktır. Millet hak sahibi olmak için çalışacaktır.”
“ Çağdaş demokrasi anlayışı, halkçılık denmektir. Bu ilkeye göre irade ve egemenlik, milletin tamamına aittir. Demokrasi milli egemenliktir. Halkçılık ilkesi ise temsili hükümet ilkesiyle bağlantılıdır. Bu ilkenin uygulanması, milli egemenliğin uygulanması demektir. Halkçılık ilkesine göre yönetilen devletlerin kuruluşunu belirleyen anayasaları, öteki kanunlardan üstün sayılır. Halkçılık, egemenliği kullanan kurum ve araçlar ne olursa olsun, temel, milletin egemenliğine sahip olmasını gerektirir. Halkçılık siyasal bir kavramdır. Bir sosyal yardım veya ekonomik kuruluş sistemi değildir. Bu ilkenin amacı, milletin yönetenler üzerindeki denetim yetkisi ile siyasal özgürlüğü sağlamaktır.”
Halkçılık siyasal bir kavramdır. Bir sosyal yardım veya ekonomik kuruluş sistemi değildir. Bu ilkenin amacı, MİLLETİN yönetenler üzerindeki denetim yetkisi ile siyasal özgürlüğü sağlamaktır.”

Dönüp yine soralım:
Önlerine birkaç yılda bir sandık koyarak halkı demokrasiyle buluşturduklarını savunanlar ve/ya sananlar sizce sınıfların varlığını ortadan kaldırmış mı oluyorlar?
Sizce bu ülkede milletvekillerini gerçekten halk mı seçiyor?
Öyle ya da böyle seçilen milletvekillerinin ülke yönetiminde fonksiyonları nedir?
Sorular çok… Bu güzel bayram gününü yine can sıkmakla geçirmeyelim en iyisi.

DEVRİMCİLİK
İhtilal, devrim, inkılap, inkılapçılık, devrimcilik, Atatürk ihtilali, Atatürk Devrimi…
Bu kavramların doğru kullanılabilmesi için kısa bir değerlendirme yapmakta fayda var.
Kadro dergisinin ilk sayısında: “Türkiye bir inkılap içindedir. Bu inkılap durmadı. Bu güne kadar geçirdiğimiz hareketler, şahit olduğumuz muazzam kıyam manzaraları onun yalnız bir safhasıdır. Bir ihtilal geçirdik. İhtilal inkılabın gayesi değil vasıtasıdır. İhtilal safhasında dursaydık inkılabımız sonuçsuz kalırdı. Halbuki o, genişliyor, derinleşiyor. O henüz son sözünü söylemiş, son eserini vermiş değildir.(…)” Açıklamalarına bakarak inkılap sözcüğünün, toplumsal yapıyı değiştiren ve uzun zaman dilimine yayılan köklü değişiklikler anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.

“ İnkılap, bir yandan geniş kapsamlı, toplumsal, ekonomik ve siyasal bir ihtilal anlamına kullanılırken, öte yandan şapka, alfabe, takvim, eğitim konularındaki reformları nitelemek için de başvurulan bir terim özelliği de kazanmıştı.” (Kongar)
Siyasal anlamda devrim, iktidarın kökeninde değişme yaratan bir olaydır.
“ Siyasal, toplumsal, ekonomik ilişkiler düzeninde hızlı değişmeye yol açan olaydır.”
Afet İnan’ın anlattığına göre 1933’te bir sofrada Atatürk inkılap ve İhtilal sözcüklerini incelettirir. Her iki sözcüğün tek başlarına gerçekleştirdikleri değişimleri karşılamağı fikrine varır.
İnkılap sözcüğü genç Osmanlılar tarafından da kullanılmış bir sözcüktü. Mehmet Bey adlı biri Cenevre’de bu adla bir dergi de çıkarmıştır.
Atatürkçülerin gerçekleştirilen yeniliklere inkılap demeleri boşuna değildir.

Bir Atatürkçü için inkılapçı olmak, kendini modernleşmeye adamak ve Türkiye’ yi modern dünyanın zirvelerine taşımaktır. Bu amaçla eğitimden bilime, hatta dış görünüş açısından gelişme değişme süreçlerini gerektiriyordu. İnkılapçılık, bir yandan yapılan yeniliklerle elde edilenleri korumak bir yandan da bunları sürekli geliştirmek gibi ikili işleve sahiptir.
Onuncu Yıl Nutku, Atatürk’ün bu alanda ne kadar kararlı olduğunun manifestosu gibidir.
“ Türk Milletinin istidadı ve kat’i kararı medeniyet yolunda durmadan, yılmadan ilerlemektir.”
“Memleket, mutlaka asri, medeni ve yeni olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır.”
“ Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün mana ve şekliyle olgun bir topluluk haline getirmektir. İnkılaplarımızın gayesi budur. Bu hakikati kabul etmeyen zihniyetleri perişan etmek zorunludur.

Yine Atatürk’ün şu ifadeleri cumhuriyetin kazanımlarının kişilere bağlı kalmadan akılla, bilimle fenle sürekli geliştirilmesi gerektiğini açıkça belirtir.
” Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”
Atatürk’ün bu dileğini yerine getirmesi gereken kuşkusuz onun ilkelerini benimseyen gençlik olmalıdır.

“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
İkide bir “ben…” diyen, yoldaşlarını “atarım, tutarım” diye tehdit edenlerin bu sözlerden haberi var mıdır acaba?

Bugün Atatürkçü olduğunu söyleyenlerin, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganlarıyla yeri göğü inletenlerin öncelikle yapmaları gereken hayatın her alanında onun ilkeleri doğrultusunda çalışmak, çalışmak, çalışmak ve dünyaya örnek eserler sunmaktır. Bu aynı zamanda her fırsatta Atatürk’e ağıza alınmayacak küfürlerle saldırarak 1400 yıl öncesinin yaşam biçimlerini ve 100 yıl öncesinin devlet yapılarını topluma dayatmak isteyenlere karşı verilebilecek en değerli tepki olacaktır.

LAİKLİK ( SEKÜLARİZM)
Lâiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, din ve vicdan hürriyetinin devlet tarafından güvence altına alınmasıdır. Amaç adli düzenden, eğitim sistemine toplumu din adamlarının etkisinden kurtarmaktır.
Her toplumsal değişim gibi laiklik de bu toplumun gündemine akşamdan sabaha gelmemiştir. Daha Padişah Abdülmecit döneminde gerçekleştirilen kimi yasal düzenlemelerin din dışılığa dönük olduğunu söyleyebiliriz.
Mısır Prensi Mustafa Fazıl’ın o dönemde ileri sürdüğü; “Din(…) ruhun üzerinde egemendir ve bizlere öbür dünyanın sağlayacağı yararları sunmayı vaat eder. Fakat ulusun yasalarını belirleyen ve sınırlayan din değildir. Eğer din ebedi doğrular aleminden çıkarsa, başka bir deyişle, dünyevi işlere de karışırsa herkesi olduğu gibi kendisini de mahveder.” görüşü oldukça anlamlıdır.

Osmanlı’da laikleşme savaşının öncüsü Abdullah Cevdet’tir. İçtihat dergisinde açıkça din adamlarının siyasete karışmamasını yazıyordu. Mustafa Kemal’i oldukça etkileyen bu dergide önerilen bir kısım yeniliği ifade etmekte yarar vardır:
Tekke ve zaviyelere baskı yapılması, medreselerin kapatılması, alfabenin Latin harflerine dönüştürülmesi, kadınların özgürleştirilmesi, çarşafın yasaklanması, takke ve başlıklar yerine batı tipi şapka getirilmesi. Kur’an ve geleneksel din kitaplarının Türkçeleştirilmesi…
Ziya Gökalp, şeyhülislamın yetkilerinin yalnızca dini konularla sınırlı kalmasını önerir.
Bir ülke ki Camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar mânâsını namazdaki duanın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!

1916’da şeyhülislam, bakanlar kurulundan çıkarılır ve bakanlığı küçük bir bölüme dönüştürülür. Daha sonra, dini mahkemelerdeki yetkisini kaybeder. Vakıfların yönetimi maliye bakanlığının denetimine geçer. Dini okullar da Mili Eğitim Bakanlığının emrine verilir.

Görüldüğü gibi Cumhuriyet’ten önce de laikleşme konusunda bir kısım adımlar atılmıştı. Cumhuriyet devrimi bunları hızlandırdı. 5 Şubat 1937’de devletin temel ilkelerinden birinin laiklik olacağı anayasaya konulmuştur. Ancak bunda tam olarak başarıya ulaşılabildiğini söylemek zordur.

“Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir… Hamdolsun hepimiz Müslüman’ız, hepimiz dindarız, artık bizim dinin icaplarını, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ihtiyacımız yoktur…”
“İrtica fikirleri güdenler, muayyen bir sınıfa dayanacaklarını sanıyorlar. Bu katiyen bir vehimdir, zandır. Gelişme yolumuzun üstüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz.”
“Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”
“Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler memleketi olamaz. Ölülerden yardım ummak medeni bir topluluk için lekedir.”
“Hangi şey akla, mantığa milletin menfaatine, İslamiyet’in menfaatine uygunsa hiç kimseye sormayın, o şey dindir. Eğer bizim dinimiz akla mantığa uygun olmasaydı mükemmel olmazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı.”
Tüm bu sözlerden de anlaşılacağı gibi laiklik, ne dinsizlik, ne de dine karşı olmaktır.

Laiklik, dinin devlet işlerine karışması bir yana toplumsal yapıya müdahalesini, yön vermesini dahi istememektir.
Oysa bugün, bu ülkede din ve siyaset sarmaş dolaştır.

2018 yılında genel bütçeden Diyanet’e ayrılan 7 milyar 774 milyonluk pay, 2023 yılında 36,4 milyar TL olmuştur. 2024 yılında ayrılan pay ise yüzde 151’lik artış ile 91,8 milyar TL’ye ulaşacaktır. Bu bütçe 70 devlet üniversitenin bütçesinden fazladır.

Dahası bu bütçe İçişleri, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Kültür ve Turizm, Sanayi ve Teknoloji, Ticaret Bakanlığı gibi ülkenin geleceğini belirleyen bakanlıkların bütçelerinden de fazladır.
Siyasetçilerimizin her zamankinden daha çok, daha kolay ve fütursuzca nemalandığı en değerli hazine dindir.

Kimi siyasilerimiz, gerçekten bir din devleti istedikleri için her girişime bayraktarlık yaparken, kimileri de üç beş oy alırım hayaliyle dinin devleti kuşatma girişimleri karşısında üç maymunu oynamayı yeğlemektedirler.
Bilim yuvalarının en üst basamağında görevlendirilmiş kişiler bile, fikirlerini bilim yerine dinci, mezhepçi, hatta tarikatçı – cemaatçi referanslara dayandırarak açıklamakta çekinceleri yoktur.

Bütün bunların doğal sonucu olarak, ”laiklik” bugün ülkemizdeki toplumsal kavganın ve ayrışmanın ana nedeni haline gelmiştir. Bize göre, sorumluların şapkalarını önlerine koyup bu kavganın ve ayrışmanın hem din, hem devlet için doğuracağı sonuçları bir kez daha düşünmesinde yarar vardır.

Hamdi Topçuoğlu

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,330AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler